11 Haziran 2011 Cumartesi

Şu An Rüya Görüyor Olamaz mıyız?


Şu anda karşınızdaki bilgisayar ekranının, yazı ve resimleriyle, parlak ve canlı renkleriyle, aslında beyninizde izlediğiniz üç boyutlu bir görüntü olduğunu biliyor musunuz?


Dokunduğunuz klavyenin, parmaklarınızın üzerinde gezindiği tuşların da aynı şekilde beyninizde dokunduğunuz klavyeye ait olduğunu?..


Söz ettiklerimiz bir varsayım değil, bilimsel gelişmelerle ortaya konmuş kesin bir gerçektir. Örneğin, ekrana baktığınızda yansıyan ışık, gözünüzün retina hücreleri tarafından elektrik sinyallerine çevrilir. Optik sinirler aracılığıyla iletilen bu sinyaller, monitörün şekli, görüntülerin rengi hakkında bilgileri beynin görme merkezine taşırlar. Sinyaller, burada yorumlanır, anlamlı bir bütün haline getirilir; böylece izlediğiniz görüntü sizin için, ışığın asla giremediği başınızın içindeki karanlıkta yeniden inşa edilir. O halde, gözünüzle gördüğünüz düşüncesi aslında gerçekleri yansıtmaz. Gözler yalnızca gelen ışığı elektrik sinyaline çevirir.


Karşınızda olduğunu düşündüğünüz ekranın görüntüsü de zannedildiği gibi sizin dışınızda değil, aksine içinizdedir. Hatta zihninizdeki bu görüntünün, dış dünyada maddesel bir karşılığı olup olmadığından, gerçekliğinden de hiçbir zaman emin olamaz, bilgisayarın dışarıdaki aslına da asla ulaşamazsınız. Tuşları elinizle hissediyor olduğunuz için klavyeyi dışınızda zannedebilirsiniz. Oysa bu his de, aynen görme algısında olduğu gibi beyninizde meydana gelir. Derinizdeki sinirler uyarılır, bu uyarılar elektriksel sinyaller halinde beyne ulaşırlar. Beyindeki dokunma merkezine ulaşan bu iletiler dokunma, sertlik-yumuşaklık, sıcaklık-soğukluk gibi hisler olarak algılanır. Gerçekte ise, hiçbir zaman beyninizde izlediğiniz görüntünün dışarıdaki aslına dokunamazsınız.


Bu durum diğer tüm duyular için de geçerlidir. Örneğin, titreyen bir keman teli havada basınç dalgaları oluşturur. Bu dalgalar iç kulaktaki tüycükleri uyarır ve yine titreşimler elektrik uyarıları şeklinde beyninizin ilgili merkezine ulaşır. Sinyallerin beyinde yorumlanması sonucunda da, keman sesi duyduğunuz hissini yaşarsınız.


Koku algısı için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bir portakal kabuğundan çıkan kimyasal moleküller burundaki koku algılayıcılarını uyarır. Buradan yine elektriksel sinyaller olarak beyne iletilir, orada yorumlanırlar. Özetle, algıladığımız her şey, beynimizde bize özel oluşturulur.


Algıladığımızı zannettiğimiz tüm çevre, zihnimizde oluşan renkler, şekiller, sesler ve kokulardır. Bütün bu görüntüleri, sesleri, kokuları yorumlayan ise Allah’tan bir parça taşıyan ruhumuzdur. Şu kesin bir gerçektir ki; izlediğimiz görüntülerin dışarıdaki maddesel karşılıklarından emin olamaz, algıladıklarımızın dışarıdaki karşılıklarına asla ulaşamayız. Çünkü beynimizin dışına çıkıp neler olduğunu bilemeyiz. Bizim muhatap olduğumuz, yalnızca dışarıdaki maddelerin beynimizdeki kopyalarıdır.


Rüyada mıyız?


Dünyayı algılayış şeklimizin, içinde bulunduğumuz durumun rüyalarımızdan pek farklı bir yanı yoktur. Rüyada da etrafımızdaki olayları, vücudumuzu, ses ve görüntüleri algılarız. Sevgi duyarız, düşünürüz, korkar, öfkeleniriz. Arkadaşlarımızla konuşur, onlarla aynı yemekleri yer, alışveriş yapar, beğendiğimiz giysiye dair görüşlerini alırız. Aniden bastıran yağmurdan korunmak için aynı şemsiyenin altına gireriz. Kısacası rüyamızda da maddesel bir dünya içinde yaşadığımızı zannederiz. Uyanıp herşeyin bir rüya olduğunu anladığımızda ise, yaşadıklarımızın aslında fiziksel bir gerçekliği olmadığını; tümünün zihnimizde yaratıldığını fark ederiz. Uyanık olduğumuzu düşündüğümüzde ise, dünyanın kesin gerçek olduğu kanısına varırız. Ancak uyanık olduğumuz zamanki herşey de, aynen rüyamızda olduğu gibi zihnimizde yaşanır.


O halde, şu anki algılarımızın da bir rüya olmadığına nasıl emin olabiliriz? Şu an uyanık olduğunuzu düşünmenizin nedeni, baktığınız ekranı dokunduğunuzda hissetmeniz, okuduklarınızı yorumlayabilmeniz gibi nedenlerdir. Fakat bunların hepsi, odanızdaki eşyalar, oturduğunuz sandalye, tümü beyninizde izlediğiniz kopyalardır.


Size "şu anda uyanık mısınız, yoksa rüyada mısınız?" diye sorulsa, uyanık olduğunuzu söylersiniz. Bu sorunun size rüyanızda da sorulduğu olmuştur. Rüyanızda verdiğiniz cevap da muhtemelen uyanık olduğunuz yönündedir. Ancak, uyandıktan sonra cevabınızın yanlış olduğunu anlamışsınızdır. Aynı yanılgıya şu anda da düşüyor olabilir misiniz?…


Şu anda da rüya görüyor olamaz mısınız?

Şimdiye kadar olan tüm yaşamınız bir rüya olamaz mı?

İçinde yaşadığınız dünyanın gerçekliğinden emin misiniz?

Ya gerçekliğinden asla kuşku duymadan sımsıkı bağlandığınız dünya hayatı kısacık süren bir rüya ise?..

Ve Peygamber’imiz’in (sav) bir hadisindeki gibi uykudaysak ve ölümle uyanarak sonsuz yaşamımıza başlayacaksak?..

30 Mayıs 2011 Pazartesi

O Tek Yarattıkları Çift




Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) Yücedir. (Yasin Suresi, 36)






Dinin temeli, Allah’ın varlığını bilmek ve O’ndan başka İlah olmadığını kavramaktır. İslam dini, bu en büyük gerçeğin bir insanın tüm yaşamına hakim olması ve tüm yaşamını bu gerçek üzerine kurması demektir. Yüce Allah, tek olan, Zatında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde, asla ortağı veya benzeri, dengi bulunmayandır; Vahid’dir.






Sizin ilahınız tek bir ilahtır; O’ndan başka ilah yoktur; O, Rahman’dır, Rahim’dir (bağışlayan ve esirgeyendir). (Bakara Suresi, 163)






Allah, içinde yaşadığımız evrenin yaratıcısıdır. Evren yaratılmadan önce, maddesel anlamda hiçbir şey yoktu. Evrenin yaratıldığı anda; zaman, madde ve mekân yaratılmıştır. Allah, bunların hiçbirine tabi değildir. O ezeli ve ebedidir; “Ol” buyruğuyla yaratandır. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)






Allah, pekçok insanın zannettiğinin aksine, yarattığı her şeyi sürekli kontrolü altında tutar. Uzaydaki olağanüstü sistemler ve dengelerden, insan bedenindeki mükemmel işlemlere kadar tümünü an an yaratan ve denetiminde tutan Yüce Rabb’imizdir. O, hiç kuşkusuz tüm eksikliklerden, acizliklerden münezzehtir. Evrendeki herşey Yüce Allah’ın eseridir, O, tek Yaratıcı, tek güç ve kudret sahibidir. De ki: O Allah, birdir.Allah, Samed’dir (herşey O’na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır).O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir. (İhlas Suresi, 1-4)






Allah tüm evreni yoktan var eden, tüm evren üzerinde mutlak hakimiyet sahibi olandır. Göklerin ve yerin mülkü yalnızca O’na aittir. Allah her yerdedir. Her varlık Allah’ın tecellisidir; O, üstün güç ve kudretini, yaratma sanatını, dilediği varlıkta dilediği şekilde göstermeye kadirdir. İnsanlar, hiçbir zaman Allah’ın Yüce Zatı’nı göremezler, ama O’nun tecellileriyle her an muhataptırlar. O, evrende var olan her şeyi, tüm varlıkları sarıp kuşatmıştır. Bazı insanların düşündüğü gibi gökyüzünde, evrenin uzak bir yerinde değildir; Allah her yerdedir ve herşeyi kuşatmıştır. O, asıl ve tek mutlak varlıktır.






Allah... O’ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun Katı’nda şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)






Allah’ın Birliğini, büyüklüğünü ve yüceliğini anlayamamak, O’nun İlahi gücünü kavrayamamaktır. Allah dışında hiçbir varlık, Güneş’i batıdan getiremez, kimse uzayda akıl almaz bir hızla genişleyen evreni durdurmaya güç yetiremez, kimse göğü ve yeri tutamaz ve kimse yoktan bir hiçbir şey yaratamaz. Bunları ancak evrende tek olan ve eşi bulunmayan Allah yapar. Yaratan’la yaratılan ise asla eşit değildir.






... Yoksa Allah’a, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: “Allah, herşeyin Yaratıcısı’dır ve O, tektir, kahredici olandır.” (Rad Suresi,16)






Yüce Allah dünya hayatındaki çiftleri zıddıyla birlikte yaratır; her şey zıddı ile bilinir. Gece-gündüz, güzel-çirkin, sıcak-soğuk, aydınlık-karanlık, temiz-kirli, yeni-eski, genç-yaşlı dünyada tümü bir aradadır. Aynı şey insanlardaki ahlâk özellikleri için de geçerlidir.






İnsanın nefsinde ruhu kirleten cimrilik, bencillik, kıskançlık, ümitsizlik gibi birçok eğilim vardır. Nefse hem fücur hem de ondan sakınma, yani vicdanı ilham edilmiştir. Fücur, günaha, isyana, yalana, baş kaldırıya ve Allah’tan yüz çevirmeye yönlendirir. Yani nefsimizde iki ayrı özellik bir aradadır: Kötülüğe eğilim ve kötülüklerden sakınmaya yönlendiren vicdan.Vicdanının işaret ettiği doğru yolun sonu insanı sonsuz mutluluk yurdu cennete, şeytanın etkisindeki nefsinin bencil tutkuları ise sonsuz azap yurdu olan cehenneme ulaştıracaktır. O halde cennet ve cehennem, Allah’ın ahirette yarattığı çiftlerdir.






Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) Yücedir. (Yasin Suresi, 36) ayetinde geçen çift kavramı, erkeklik–dişilik anlamındadır ancak ayette söz edilen "bilmedikleri nice şeylerden" ifadesi daha geniş bir anlam içerir. Ayetin işaret ettiği farklı bir anlam da son dönemde ortaya çıkmıştır. Maddenin çiftler halinde yaratıldığını ortaya koyan Paul Dirac, 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazanmıştır. "Parité" adı verilen buluş, maddenin anti-madde denilen bir çifti olduğunu ortaya koymuştur. Antimadde, maddenin tersi özellikler taşır. Örneğin maddenin tersine antimaddenin elektronları artı, protonları da eksi yüklüdür.






Bilimsel bir kaynakta bu konu şöyle ifade edilir:"...Her parçacığın zıt yükte bir antiparçacığı vardır. Kararsızlık ilişkisi bize bu çiftlerin varoluşu ve yok oluşunun her yerde ve her zaman aynı anda oluştuğunu göstermektedir". (Nothingness: The Science of Empty Space, Henning Genz, s.205)






Yaratılıştaki çiftlere bir örnek de bitkilerdir. Bitkilerde cinsiyet ayrımı olduğu ancak 100 sene önce anlaşılmıştır. Oysa bitkilerin çiftler halinde yaratıldığı, 1400 sene önce indirilen Kur’an’da vurgulanır."O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik." (Lokman Suresi, 10)






Yüce Allah adeta Tekliğini vurgular gibi, her şeyi çift yaratmıştır. Bu, üzerinde derin düşünmemiz gereken bir özelliktir; . Tüm bu çiftlerin/zıtlıkların yaratılış hikmeti ise aralarında kıyas yapabilmemiz, şükretmemiz ve güzel ahlaka yönelmemiz için birer vesiledir. Allah Kur’an’da bu konuya dikkat çeker ve düşünüp öğüt almamızı buyurur:






Ve Biz, herşeyi iki çift yarattık. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürsünüz. (Zariyat Suresi, 49)

12 Mayıs 2011 Perşembe

İstek ve Tutkular

Kur’an ahlakının yaşam için ne denli önemli olduğunun bilincinde olmayan insanlar, dinin ancak bazı konularda hayatlarına yön verebileceğini zannederler. Yalnızca zorluk zamanlarında, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya geldiklerinde, ciddi hastalık geçirdiklerinde, güç yetiremedikleri bir korku yaşadıklarında ya da ölümle karşılaştıklarında Allah’a sığınırlar.



Kendi belirledikleri sözde doğru ve yanlışlara göre yaşayan kimseler, hayatın en önemli konusu olan ahiret hakkında duyarsız ve umursamaz bir davranış sergilerler. Ancak bu seçim, onlara hem ahiretlerini kaybettirir hem de dünyada güzel bir yaşamdan yoksun bırakır. Yaşamın amacı aynı görüşte olan bu kişiler için birbirinden farklı değildir: Sınırlı dünya hayatını kendilerince olabilecek en iyi koşullarda yaşamak...



Söz konusu kişiler din ahlakından hayatları boyunca olabildiğince uzak durur, dini konularda konuşmamaya özen gösterirler. Hatta güzel ahlak göstermeyi, özverili davranmayı bir zayıflık ve saflık olarak görürler. Onlara göre, insan ne kadar özveride bulunursa bulunsun, karşılığında vicdansızlık bulur; dolayısıyla özveride bulunmak akılsızlıktır. Hiçbir çıkarı yokken bir başkasına iyilik yapmak ve yaptığı için karşılık talep etmemek iyi niyetli de olsa saflık değil de nedir?.. Bencillik bencillikle, kin kinle, düşmanlık düşmanlıkla, sevgisizlik sevgisizlikle, saygısızlık saygısızlıkla karşılık görmelidir; bu kişilere göre hayatın gerçek yüzü budur.



Vicdanları onaylamasa da birçok insan, çoğunluğun yaşam tarzına ayak uydurmaya kendisini zorunlu hisseder. "Madem bu toplum içinde yaşıyoruz, toplumun koyduğu kurallara ve belirlenmiş yaşam şekline uymak zorundayız " diye düşünürler. Toplumun bireylerini hoşnut etmek en önemli görevlerinden biridir.




Oysa çoğunluğun yöneldiği yaşam şekli -eğer Kur’an ahlakı dışında bir yaşamsa-, uydukları kural ve yaptırımlar insanları doğruya ulaştırmaz. Aksine Kuran’da, "Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ’zan ve tahminle yalan söylerler. (Enam Suresi, 116) ayetiyle çoğunluğa uymanın, insanı yoldan saptıran bir tehlike olduğu haber verilir.




Bu batıl ve şeytani sistemde yaşayan kişiler samimi müminlerin uyarılarını; " Bunca insan yanılıyor mu, bu zamana kadar bunu kimse fark edemedi de şimdi sen mi fark ediyorsun..." gibi tepkileriyle etkisiz hale getirmeye çalışırlar. Böyle davranarak inanan insanları sindireceklerini zannederler. Ancak bu yöntem, batıl inanç sistemlerinde geçerlidir. Samimi müminler bu tarz tepkilerden Allah’ın izniyle etkilenmez, sabırla uyarmaya devam ederler. İslam ahlakını yaşamaktan insanları alıkoyan en önemli unsurlardan biri, akıl ve vicdanla değil, nefisle düşünmektir. Hak olana değil, batıla uymaları, hem kendilerine hem de etraflarına maddi manevi büyük sıkıntılar verir ...





Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim’in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir… (Yusuf Suresi, 53)



Kur’an ahlakı, insan yaratılışına en uygun olandır. İnsanı yaratan Allah, onun fıtratına en uygun yaşamı da Kur’an’da haber verir. Her insanın kendi mantık örgüsüne ve birikimine göre yaptığı değerlendirmeler sıkıntı getirir. Kur’an ahlakını yaşamayan insan bencildir; herşeyde kendi nefsinin isteklerini gözetir. Ancak nefsin tutkuları doymak bilmez, insanı azgınlaştırır. Yoksa insana ’her arzu edip dilekte bulunduğu’ şey mi var? (Necm Suresi, 24) ayetindeki gibi, istekleri bitmez, insanı bataklığa sürükleyecek kadar tutsak eder.




Nefsinin isteklerine ters bir durum geliştiğinde, bu kişilerde ani tepkiler oluşabilir. Bu durum insanı bencil, sevgisiz, kibirli, insaniyetsiz hale getirir. Söz konusu kimseler en çok kendilerini severler. Yakınlarına, arkadaşlarına, ailelerine olan sevgileri bile kesinlikle nefislerine uygun olmalıdır. Sevgilerinde Allah’ın hoşnutluğunu ve rahmetini gözetmez, dünyevi çıkar ve beklentilere göre hareket ederler. Gerçek din ahlakını yaşamak, Allah’ın emrettiği ahlaka ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetine uymakla mümkündür. Allah, "...Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma..." (Maide Suresi, 48) ayetiyle müminlerin ölçüsünün ve rehberinin Kur’an ahlakı olduğunu bildirir. Bundan başka yol aramak, doğruya götürmez, kurtuluşa ulaştırmaz.



Çünkü; "... (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir ." (Kasas Suresi, 83)

8 Mayıs 2011 Pazar

Batıl Uzak Doğu Dinleri

İnsanların büyük çoğunluğu, yeryüzünde yaşanan kargaşanın, kavgaların, savaşların, sıkıntıların, samimiyetsizliğin, bencilliğin sona ermesini, huzur, barış ve mutluluk içinde bir yaşama ulaşmanın yollarını arar. Bu arayış içindeki bazı kişiler özlemini duydukları yaşamı, insanlar tarafından oluşturulmuş batıl dinlerde bulabileceklerini düşünürler. Oysa yalnızca dünyada ve ahirette sonsuza dek sürecek bir yaşam, ancak Kur’an ahlâkının gereğince yaşanmasıyla umut edilebilir.






Söz ettiğimiz batıl dinler Doğu dinleridir ve pek çok sapkın inanç içerirler. Ancak insanların birçoğu, bu görüşlerin iç yüzlerini detaylı olarak bilmezler.








Yahudilik, Hıristiyanlık -ilk vahyedildikleri durumları- ve İslamiyet gibi vahye dayalı dinler, insanları aydınlık, huzur, barış ve güven dolu bir yaşama çağırırlarken, genellikle Doğu dinleri olarak bilinen çarpık inanışlar, dünyadan tamamen uzaklaşıp sefil koşullarda yaşamayı, her yönüyle batıl, kasvetli bir yaşamı önerirler. Bu sapkın dinin bireylerinin asıl ve en önemli yanılgıları ise Allah’ın mutlak varlığını kabul etmeyip, kendi yaptıkları putlara tapmaları ve bu putlardan yardım ummalarıdır. İnsanın kendi yaptığı bir puta güç atfetmesi, o putların yardım edebileceğini ya da cezalandırabileceğini zannetmesi, ondan korkması ya da saygı göstermesi büyük bir sapkınlık ve akılsızlıktır.








"Siz yalnızca Allah’tan başka birtakım putlara tapıyor ve birtakım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah’tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah’ın Katında arayın, O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz O’na döndürüleceksiniz." (Ankebut Suresi, 17)








Hinduizm, Budizm ve Caynizm gibi sapkın Doğu dinlerinde Karma inancının çok önemli bir yeri vardır. Karma yanılgısına göre, bir insan geçmişte ne yapmışsa, gelecekte onu görür.








Karmanın temelinde reenkarnasyon inancı bulunur. Bu çarpık inanç, insanın ölümünden sonra dünyaya tekrar başka bir bedenle geldiğini ve bu ölüp dirilmenin sürekli devam ettiğini iddia eder.








Önceki yaşamında iyi bir insan olan kişinin, bugünkü yaşamında zenginlik ya da başarıyla ödüllendirildiği zannedilir. Geçmiş yaşamında kötülükler yapan kişinin ise, sonraki yaşamında karşılığını fakirlik, mutsuzluk şeklinde aldığı iddia edilir. Hatta bu sapkın görüş, insanın yaptığı kötülüğe göre sonraki yaşamında hayvan ya da bitki olabileceğini ileri sürer.








Karma’nın öğretilerinde kadere iman yoktur. Bu batıl inanışa göre, her insan kendi kaderini kendisi belirler. Herkesin yaşam şekli, bir önceki yaşamındaki davranışlarına bağlıdır.








Karma felsefesi, insanlara yaptıklarının karşılığını veren bir sebep-sonuç kanunu bulunduğunu iddia eder. Ancak bu kanunu belirleyen ve uygulayan bir Yaratıcı olduğunu kabul etmez; kanunun kendi kendine işlediği zannedilir. Oysa bir kanun varsa- metafizik de olsa- bunu düzenleyen bir güç ve irade olmalıdır.








Söz ettiğimiz bu felsefenin mensuplarının, insanları sorgulayıp yargılayacak Yüce Allah’ın varlığına inanmadıkları halde, yapılanların karşılığının alınacağına ve sonraki yaşamın buna göre belirleneceğine inanmaları ilginçtir.








Dahası o kişinin bu dünyadaki davranışlarını gözlemleyen, iyi ya da kötü olduğuna karar veren ve bir sonraki yaşamını buna göre düzenleyen kimdir?








Karma felsefesine dayalı sapkın dinlerin bireylerinin bu sorulara cevap bulmaları imkansızdır. Tüm bu cevabı olmayan sorular, batıl dinlerin ne denli akıl ve mantık dışı olduklarının kanıtıdır. İnsanlara kurtuluş yollarını gösteren, onları ölümden sonraki sonsuz yaşamları konusunda uyaran, Allah’ın hoşnutluğunun ve cennetinin nasıl kazanılacağını işaret eden tek yaşam rehberi Kur’an’dır. İslam dini de, Allah’ın insanlar için seçip beğendiğini bildirdiği tek dindir.








"Kim İslam’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır." (Al-i İmran Suresi, 85)








Bu inanışlara sahip insanların yaşadıkları batıl hayat, Allah’a kulluk ve ibadet etmek yerine gerçekleştirdikleri sapkın ritüeller ve körü körüne uydukları çarpık din, kendilerini hem dünyada hem de sonsuz ahirette büyük kayba uğratacaktır. Gerçekleri görmeleri ve tüm batıl inanışlarını bırakıp Yüce Allah’a teslim olmaları en güzel davranış olacaktır.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Zorluklar... Kolaylıklar

Dünya hayatındaki imtihanın gereği olarak inananların karşılaşacağı pek çok zorlu olay yaratılır. Ancak Allah’ın her olayı hayırla yarattığını unutmamak gerekir. Yaşanan tüm olaylar bir hikmet üzeredir ve mükemmeldir.





İnkar edenlerin müminlere tuzaklar ve hileli düzenler kurmaları da Allah’ın kanunudur. Tüm bu tuzaklar, imtihanın bir gereğidir. Kurulan tuzaklar, bazı durumlarda hemen bozulmayabilir; tuzakların bozulması ve gerçeklerin ortaya çıkması çabuk gerçekleşemeyebilir. Müminin üzerindeki sorumluluk; ne kadar sürerse sürsün her imtihana Rabb’i için güzel bir sabır göstermek, Allah’a tevekkül etmek, O’ndan hoşnut olmaktır.






Müminler, Allah’ın çok detaylı yarattığı kader dahilinde türlü zorluk ve sıkıntılarla karşılaşırlar. Kur’an’da da söz edildiği gibi peygamberler ve beraberlerindeki tüm inananlar benzer imtihanlar yaşamışlardır. Ancak örgütlenen bütün düzenler belirli bir süre devam etmiş, Allah’ın takdir ettiği süre geldiğinde ortadan kalkmıştır.






Yaşanan imtihan ve zorlukların uzun ya da kısa sürmesi karşısında müminin inancı, ahlâkı ve davranışları değişiklik göstermez. Çünkü inanan insanlar Rabb’lerinin “düzen kurucuların en hayırlısı" olduğu gerçeğini bilirler.






Hani o inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)






Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Yaşadığı olay insana şer gibi görünüyor olsa da, Kur’an’da haber verildiği gibi, gerçekte hayırdır. Hayır gibi görünen durum ise insan için bazı durumlarda şer olabilir. Bu ilim yalnızca Alim olan Allah’a aittir. İnsan O’nun ilminden yalnızca O’nun dilediği kadarına sahiptir. Ve bir ot bile meydana getiremeyen insana düşen, Rabb’inin sonsuz gücü karşısındaki aczini kabullenerek, tam bir teslimiyetle teslim olmaktır. Tüm imtihanlara karşı sabır göstermek ve Allah’ın hoşnut olacağı en güzel davranışları sergilemektir.






İmtihan olmak, Allah’ın kulunu unutmadığının işaretidir. İnsana ne kadar zorluk isabet ederse, insan Allah’a o kadar yakınlaşır.






Gözleri görmeyen insana bir operasyonla gözlerinin açılabileceği ancak bu süreçte oldukça acı çekeceği söylense, itiraz eder mi? Asla itiraz etmeyeceği çok açıktır. Kişi çekeceği bütün acılara göğüs gerer, sabreder; çünkü sonunda aydınlığa kavuşmayı umut eder. İnanan insan da aydınlığa kavuşacağını umut ederek yaşadığı tüm zorluk ve sıkıntılara sabır gösterir. Ve ne kadar fazla zorluk isabet ederse, Rabb’ine olan aşkını kanıtlayacağı birer fırsatlar da artar. Zorluk, inanan insana yemek içmek gibi lazımdır ancak bu zahirinde bir zorluktur. Çünkü zorlukla beraber kolaylık olacaktır. Allah imtihan eder, ardından kolaylığı verir. Üst üste de olsa zorluklar, belirlenmiş olan zamanda kolaylık gelecektir.






Peygambere, “Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım" diyerek savaşı isteyen, ardından savaş öngörüldüğü zaman, yüz çevirenler gibi olmayalım. (Bakara Suresi, 246) Çıkmayacağımız savaşı istemeyelim. En büyük savaş nefsimizle verdiğimiz savaştır; işte çıkmamız gereken savaş budur. Şeytan bizimle bedensel boyutta savaşmaz, bizler de onun boyutunda savaşmalıyız. Aksi, boşa kılıç sallamak olur. Rastgele, göremeyenler gibi kılıç sallamak olur…

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Din ve Vicdan

Toplumdaki yaygın inanca göre “din vicdanî bir olgudur, herkes dinini vicdanında yaşamalıdır.” Doğrudur, iman sahipleri, her zaman doğruyu işaret eden vicdanlarının sesini dinleyen insanlardır. Ancak din, kişinin sadece kendi içinde yaşaması gereken bir olgu değildir. Allah’ın önemli buyruğudur; her inanan Rabb’inin nimetini durmaksızın anlatmakla, iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla ve “yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar” fikir mücadelesi yapmakla sorumludur. Dini bir yerlere hapsetme düşüncesi, Kur’an’dan habersiz olan ya da Allah’tan yüz çevirerek yaşayan kişilere ait çarpık bir görüştür.






Allah’a aşık insanın kalbi o aşkla çarpar, dili O’nun emriyle ve dilemesiyle her an Rabb’ini anar. Ancak mümin bu duyguları ve imanı diğer insanların da yaşaması için çaba gösterir. Din insanın içinde yaşaması gereken bir olgu olsaydı, vahiy yalnızca inen elçiye ait olurdu ve Allah’ın elçilerinin insanlara tebliğ görevi olmazdı. Bu görüşler çarpık mantık sonucu ortaya atılan, Kur’an’a uygun olmayan zanlardır.








Yaşamı süresince sorumluluk almaktan kaçarak yaşayan bir insanı düşünelim. Yalnızca kendi yiyeceği, içeceği, geleceği, evi, malları ve nefsani çıkarları ile ilgilenen bir insan… Yeryüzünün dört bir yanında yaşanan acılar, zulümler, haksızlıklar, akan kanlar onun hiç gündeminde değildir. Dünyanın kargaşa, düzensizlik, bozgunculuk ve adaletsizliklerle dolu olması onu rahatsız etmez. Suçsuz yere öldürülen insanların, yiyecek bulamayan aç çocukların varlığına aldırmaz. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diye düşünür ve yalnızca kendi için yaşar. Toplumda bu şekilde rahat edeceklerini, huzur içinde olacaklarını zanneden insanlara sık rastlanır. Oysa insanların zulüm gördükleri, haksızlıklara uğradıkları, acı çektikleri bir ortamda insanın sadece kendini düşünmesi asla vicdana sığmayacak olan bir davranıştır.








İman eden bir insanın görevi, Allah’ın buyruğu doğrultusunda iyi, doğru ve güzel olanı insanlara anlatmak, tavsiye etmektir. Müminin asıl görevi, asıl işi budur.








Ancak müminler arasındaki bazı insanlar, onların sahip olduğu imanî şevk ve heyecanı içlerinde taşımazlar. Samimi müminlerinki gibi mutlu ve huzurlu değil, soğuk ve donuk bir hayatları vardır. Allah’ın gücünü gereği gibi kavramadıklarından, Kur’an ahlakının anlatılması ve yaşanması amacıyla yapılan faaliyetlerde hep geride kalır, pasif bir yaşantı sürdürürler. Söz ettiğimiz kişiler kimi zaman müminlerin arasında yaşayan, iman ettiğini söyleyen ancak münafıkane davranışlar gösteren ya da kalplerinde hastalık bulunan insanlardır.








Kimi zaman da bunlar, henüz imanı tam olarak kavrayamamış kimseler olabilir. Ancak tüm bu yapıdaki kişiler Kur’an ahlakını yaşamak ve benimsemekte, dolayısıyla da anlatmakta çekimser davranır, diğer müminlerin de kendileri gibi olmalarını isterler.








Oysa samimi müminler, kendilerince kalbi temiz ya da iyi insan olmanın yeterli olduğunu düşünen kimselerin gafletten uyanması için çaba gösterirler. Din ahlakını yaşamamaları durumunda, kendilerini bekleyen kötü son konusunda insanlara uyarılarda bulunurlar."İş(in) hükme bağlanıp biteceği, hasret gününe karşı onları uyar; onlar bir gaflet içindedirler ve onlar inanmıyorlar." (Meryem Suresi, 39)








Vicdanlı insanlar yaşanan zulüm ve adaletsizliklerin yerine iyiliği, güzelliği ve hakkı hakim kılmak için cesurca mücadele ederler. İman edenlerin bu sorumluluğunu Allah, Kuran’da "fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…" (Enfal Suresi, 39) ifadesiyle haber verir. Bu buyruğa uyan samimi müminler yaşamları boyunca dinsizliğe, dinsizliğin beslendiği görüşlere karşı fikir mücadelesi verir, ecirlerini ve Rabb’leri katındaki derecelerini artırırlar.








Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va’detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır. (Nisa Suresi, 95)

1 Mayıs 2011 Pazar

Gerçek İyilik

Kur’an’da bildirilen iyilik müminin tüm hayatını kapsayan bir ahlak şeklidir ve sadece kişinin canı istediğinde değil, yaşamı boyunca uyguladığı bir ibadettir. Kur’an’ın "... İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır." (Maide Suresi, 2) ayetiyle inanan insanlara iyilik ve takva konusunda birbirlerine yardımcı olmaları bildirilir. Ayetteki buyruk gereğince, iman edenler yaşamları boyunca samimi bir çaba içinde olurlar. Allah’ın haber verdiği ‘iyilik’ konusundaki yardımlaşmanın nasıl olması gerektiği de yine Kur’an ayetlerinde açıklanır:




"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve mücadelenin kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. "(Bakara Suresi, 177)




Mü’min kendi ihtiyacı olsa bile yoksula ve yetime yardım eden, sevdiklerinden özveride bulunan samimi bir kuldur. İyilik ve yardımı karşılıksız yapar ve başkalarını da iyiliğe özendirir. Tek hedefi, "Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz." (İnsan Suresi, 9–10) ayetiyle de bildirildiği gibi, Rabb’inin hoşnutluğudur.




İnanan insanlar takva konusunda da yardımlaşırlar. Sonsuz yaşamda insana zarar verecek, sonsuz azaba yol açacak şeylerden sakınma ve nefsi bencil tutkularından arındırma konusunda müminler birbirlerine destek olurlar. Şeytanın tuzaklarıyla dolu engebeli yoldaki azığın en hayırlısı takvadır çünkü. ...




Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, Benden korkup-sakının. (Bakara Suresi, 197)




İyilik ve takva konusunda yardımlaşan samimi müminler, hem dünyada hem de ahirette güzel karşılık alırlar. Allah, iyi ve güzel davranışlarda bulunarak örnek olan, diğer insanlara da iyiliği tavsiye edenlerin iyiliklerini artıracağının müjdesini verir. ... Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.(Şura Suresi, 23)




Samimi mümin, hatalar yapan kardeşini asla bırakıp gitmez. Hastalanan çocuğunu yalnız bırakmayan bir anne gibi tıpkı…Şefkat ve merhamet ederek, iyiliği emrederek, kötülükten sakındırarak yanında olur.




Bize düşen; Allah’ın hükümlerine kesin bir bilgiyle iman etmek, O’nun buyruklarına uymak, her koşulda iyiliği tavsiye edip, ‘takva elbisesi’ ile donanmaktır.




Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ’süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)