29 Mart 2010 Pazartesi

Dünyadan Geçebiliyor muyuz?



“…onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp-dursunlar.


Dünyaya bir kez gelmek ve yaşamın kısalığı ve belli bir vakitte öleceğini bilmek her insan için en önemli gerçektir. İnsan bu gerçeği geç bile fark etse, kendisini gözden geçirerek, yaşantısını Allah'ın istediği şekilde yeniden düzenleyebilir. Önemli olan; fark ettiğinde telafisi olmayacak kadar geç olmamasıdır.


Yüce Allah dünya hayatını, “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” (Mülk Suresi, 2) ayetiyle bildirildiği üzere, insanlardan hangilerinin daha güzel davranacağını ve kimlerin Kendisi'ne bağlı kalacağını denemek için yaratmıştır. Dünya, Allah'tan korkup sakınanlarla, O'na nankörlük ederek yüz çevirenleri ayırt etmek için hazırlanmış bir imtihan ortamıdır. Ve her insanın ahirette alacağı karşılık, yaşamı boyunca Allah’a gösterdiği sadakati ya da sadakatsizliği oranında olacaktır.


Aslında dünya hayatının kısalığı toplumda bilinen, konuşmalarda söz edilen ancak ciddiye alınmayan bir konudur. Dünya hayatı hakkındaki, "ölümlü dünya", "iki günlük dünya" insanların çok sık kullandığı sözcüklerdir ancak samimiyetsizce söylenir. Dünyanın ölümlü ve iki günlük olması, onlara ahireti değil, ölümle birlikte kaybedecekleri zevkleri çağrıştırır. Bu nedenle de kısa olan hayatlarını, ‘dünyaya bir kez gelineceği’ düşüncesiyle ‘günlerini gün ederek’ yaşamaya çalışırlar. Ahiretten gaflette yaşayan bu kişilere, Kuran’da da haber verildiği üzere dünyevi nimetler çekici kılınmıştır.


Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)Ömürlerini Allah'ı unutarak boş amaçlar uğruna tüketen kişiler, hedefledikleri bu boş amaçlara ulaştıklarında dahi mutlu olmazlar. Çünkü her zaman elde ettiklerinin daha güzeli, daha iyisi olacaktır. Kuran’daki “…Haberiniz olsun; kalbler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur. (Ra'd Suresi, 28)ayetinden haberdar olmayan ve tatmini yanlış yerde arayan bu kişiler, ölene dek nefislerinin doyumsuz bencil tutkularının ardında koşturarak, mutsuz bir yaşam sürerler.


Yüce Allah'ın tüm zenginliğin gerçek sahibi olduğunu, peşinden koşturduğu her şeyin yok olacağını, malın ve saygınlığın burada kalacağını bilen insanlar, hiçbir zaman dünyanın ardına düşmezler. Allah’ı unutmazlar, verilen nimetlere şükrederler ve Allah’ın verdikleriyle yetinirler.

Rabb’imiz dünyevi değerlere hırsla bağlanmayan insanlara rahat bir yaşantı vaat etmiştir.


Bu kavrayışa sahip olmayan kimseler ise dünyada elde ettiklerinin hiçbir anlamı olmadığını, kaçınılmaz gün geldiğinde, çocuklarını, mallarını, evlerini dünyada bırakarak mezara konacakları gerçeğinden gaflette, bencil tutkularının ardında zenginlik ve kariyer hırsıyla ömürlerini tüketirler. Oysa kendisini yaratan Allah'ı unutup malına ve ailesine güvenen kişi ahirette kuşkusuz büyük kayba uğrayacaktır.


Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 12)


Dünyadan geçebilmek muhteşem güzel bir şeydir. İnsan dünyadan vazgeçip geçmediği konusunda kendini kontrol etmelidir. Bu konunun taklidi olmaz; insan tüm bağlılıklardan kurtulup Allah’a yöneldiğinde; işte o zaman gerçek kurtuluşu bulacaktır.

26 Mart 2010 Cuma

İyiliği Emretmede Cesaret


Tarihin her döneminde iyiliğin, güzel ahlâkın, barış, huzur ve mutluluğun hakim olması için çalışan samimi insanlar olmuştur. Onların mücadeleleri, insanları haksız yere öldüren, yurtlarından süren, ahlaki dejenerasyona sürüklemeye çalışan, zayıfları ezerek kendilerini yüceltmeye çalışan kişilere karşıdır.


Müminler iyiliği emredip kötülükten sakındırmak için çaba gösterirlerken, dinden uzak yaşayan kişilerin amacı kötülüğü tüm dünyada yaygınlaştırmaktır. Bu yüzden de iyi olan her faaliyeti durdurmak, engellemek isterler. Allah’ın kanunu gereği yaşananlar hep bu yönde olmuştur. Güzelliği, iyiliği tavsiye eden peygamberler ve onların yolundaki müminler her dönemde baskı görmüşler, çirkin iftiralarla engellenmeye çalışılmışlardır.


Ancak, Allah’ın beğendiği güzel ahlakın yerleşmesini istemeyenlerin kavrayamadıkları ilahi bir sır vardır. Müminler her durumda, "... Hiç şüphesiz, Bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır" (Saffat Suresi, 173) ayetiyle haber verildiği üzere inanmayanlara karşı zafer kazanırlar. Bu, Allah'ın vaadidir. Allah, Kendi yolunda cesur ve kararlı bir şekilde çaba gösterenlere, inkarcılara karşı kesinlikle galibiyeti yaşatır. Sonsuz ahirette de samimi mücadelelerinin karşılığında onları rahmetine ve kurtuluşa kavuşturur.


Samimi müminlerin cesaretleri, Allah sevgisi, Allah korkusu ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanma isteğinden kaynak bulur. Bu nedenle koşullar ne olursa olsun, Allah'a güvenmenin kazandırdığı cesaretlerini kaybetmezler.


Kur’an ahlâkından uzak kişilerin bazı durumlarda gösterdikleri cesaret ise yalnızca çıkarları nedeniyledir ve dünyevi hırslarından kaynaklanır. Yanlış konularda cesaret gösterir, asıl cesur olunması gereken durumlarda ise geride kalırlar. Bu yüzden bu kimselerin gösterdikleri korkusuzluk anlamsızdır ve ahirete yönelik bir yarar sağlamaz.


Allah'tan başka hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkmayan müminler, Allah’ı en çok hoşnut edecek davranışlar sergiler ve kararlı davranırlar. İman sahipleri hiçbir zorluk karşısında yılmazlar; çünkü Allah'tan başka bir güç olmadığının bilincindedirler. Bu şuur onlara tüm korkuları yenecek cesareti kazandırır.


Ki onlar, Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. (Ahzap Suresi, 39)


Kötülükleri örgütleyenlerle mücadele etmek, iyiliği hakim kılmaya çalışmak, peygamberler ve onlarla birlikte hareket eden samimi müminlerinki kadar cesaret gerektirir. Çünkü bu kişiler toplumdaki kötülerin dikkatlerini üzerine çekecek, mücadeleden yıldırılmaya çalışılacaktır. Ancak yalnızca Rabb’lerinin korkusunu içlerinde taşıyan bu cesur insanların kararlı tavırları, nimetler ve güzelliklerle karşılık bulacaktır.


Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topladılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. Bundan dolayı, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah'tan bir nimetle geri döndüler. Onlar, Allah'ın rızasına uydular. Allah, büyük fazl (ve ihsan) sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 173-174)

25 Mart 2010 Perşembe

Kentlerde Yaşanan 'Sessiz Din'


Gerçek din samimiyet, doğallık ve içtenlik içerir; mensupları da samimi, içten ve doğal insanlardır. Günümüz büyük kentlerinde ise din dışı, samimiyetten uzak, çoğunluğun karakterinin adeta bir parçası olmuş, yapay tavırlarla kendini gösteren, sessizce yaşanan bir ‘din’ oluşmuştur.


Allah'ı gereğince takdir edemeyen bu kişiler, yalnızca Allah'tan korkup sakınan müminlerin aksine sürekli korku, endişe, güvensizlik ve kişilik bozukluğu içindedirler. Toplumda küçük düşmek, ezilmek, dikkate alınmamak gibi endişeler yaşamlarının en önemli sorunudur. Bu zaaflarını gizlemek amacıyla da, "en iyi savunma saldırıdır" mantığına uygun davranışlar sergilerler.


Yaşanan bu dinin bireyleri yapmacık davranışları, mimikleri, samimiyetsiz bakışlarıyla kendilerini hemen deşifre ederler. Tek kelime etmeden mesaj verir, ilgi çekecek davranışlarda bulunur, gösteriş yaparlar. Konuşarak değil de, bakış ve davranışlarla duygularını açığa vurmalarının nedeni, hissettiklerini açıkça ifade etmeyi kendilerine yedirememeleridir. Sinirlendiklerinde, bozulduklarında, kıskandıklarında sözle dile getirmez, ‘trip’ yaparlar. Kapı çarpma, sinirli bakış atma, cevap vermeme, sesini kısarak dişlerinin arasından konuşma, ortamı aniden terk etme gibi imalı anlatımları tercih ederler.


Bu basit kişiler üstünlük elde etmek için, karşı tarafı ezmenin zorunlu olduğunu, ancak bu şekilde yükselebileceklerini zannederler. Karşısındaki insanı ‘adam yerine koymamak’ çok sık görülen davranışlarındandır. İlgisizlik, yaşamın her safhasında büyük bir özenle uygulanır. Bu kimseler için selam verilen kişi olmak oldukça önemlidir. Karşılarındaki insan selam vermeden kendileri selam vermezler. Bazı durumlarda verilen selamı da duymazdan gelir, bunun bir aşağılama yöntemi olduğunu düşünürler. Oysa Kur’an'da, selam vermek çok önemli bir ahlâk özelliğidir. Ve yaşanan bu kent dinindeki kurallardan çok farklıdır.


"Bir selamla selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık verin..." (Nisa Suresi, 86)


Birey, bulunduğu ortamda aykırı tavırlarla herkesten farklı görünmeye çalışır, neşeli ortamlarda ciddidir fazla konuşmaz, kimsenin sevmediği müziği sever gibi yapar; kısacası ‘cool’ takılır. Ya da olaylara bazen normalden fazla tepkiler verir bazen de aşırı tepkisiz davranır. Değişik durur, farklı oturur, mimiklerinde ve el kol hareketlerinde abartılıdır; bu davranışların tümü ilgi çekmeye yöneliktir.


Bu kişiler farklı ve özel bir ilgi görebilmek için, zaten ‘tiyatro sahnesi’ olarak adlandırdıkları dünya hayatında sürekli rol yaparlar. Perdeleri hiç kapanmayan bir oyun oynarlar.


Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. (Hadid Suresi, 20)


Gösteriş yapmak da bu insanlar arasında oldukça yaygındır. Gerçekte yaşamın en önemli amacı Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmektir ancak yaşanan bu dinde tek hedef insanların rızasıdır. Bu nedenle beğenilen, özenilen hatta kıskanılan insan olmak en büyük amaçtır. Bu kişiler en son modaya uygun giyinir, en popüler mesleği seçer, en çok satan kitabı okurlar. Pahalı ve göz alıcı mobilyalarla döşedikleri evlerinin salonuna girmez, ancak hava atabilecekleri konukları geldiğinde salonda otururlar. İslam ahlâkında konukları güzel ağırlamak beğenilen bir özelliktir. Ancak bu kişiler gösteriş amacıyla davet verir, en pahalıya mal olacak yemek çeşitlerini hazırlarlar.


Çocuklarının iyi bir kolejde okuması, birkaç yabancı dil bilmesi, marka giyinmesi bu dinin mensubu anne ve babanın saygınlığı açısından oldukça önemlidir. Çocuklarını Allah’ın beğendiği ahlâk gereği sevgi, şefkat ve merhametli insanlar olarak değil, girecekleri ilk sınavda yaşıtlarını geride bırakacak birer ‘yarış atı’ gibi yetiştirirler. Kent dininin bireyinin her konuda bir fikri vardır. Her sorunda çözüm olacağını düşündüğü bir fikir yürütür. Ancak amacı sonuca varmak değil, büyüklük isteğini tatmin etmektir. Bir konuda ukalalığı ya da haksızlığı anlaşılsa dahi asla kabullenmez; çünkü o yanılmaz, hata yapmaz.


Çarpık görüşleri nedeniyle bu kişiler ‘deli cesareti’ne sahiptirler. Bazen canlarını bile tehlikeye atabilirler. Ölümden korkmadıklarını kanıtlamak için delice davranışlar sergilerler. Sözde cesaret gösterisi yapan kişiler ciddi anlamda ölümü hissettiklerinde ise delilik, yerini korkuya bırakır, Allah’tan yardım ister, kurtulmak için O’na dua ederler.


Herşeyin en mükemmeline sahip oldukları imajını vermek isteyen kişiler, hiçbir şeyi beğenmezler. Beğenseler dahi belli etmez, mutlaka olumsuz eleştirirler. Kimse bir başkasını kendisinden daha akıllı, daha güzel, daha yetenekli, kısacası daha üstün görmez. Kimse birbirini övmez.


Oysa güzel söz söylemek, Allah’ın insanlara verdiği çok önemli bir yükümlülüktür. Kur’an’da, “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle…” (İsra Suresi, 53) ayetiyle inanan insanlara güzel söz söylemeleri buyrulur.


Güzel söz söylemek kalpleri ısındırır; dostluk ve güven oluşmasının ilk adımı atılmış olur. Sözleriyle Allah'a olan yakınlığı ve sevgisine tanık olunan kişiye, sevgi ve saygı duyulur. Bu durum insanlar arasındaki sevgi ve bağlılığı artırır.


Kent dininin kurallarının aksine, Allah’ın beğendiği ahlâkı yaşayanlar, her şeyi Allah’ın tecellileri olarak görür, çevrelerindeki insanları güzel sözle onore ederler.


O halde, Kur’an’da tarif edilen kötü ahlâk özelliklerini, kimin koyduğu belli olmayan ve uyulması zorunlu kurallar olarak yaşayan kişilere gerçek dini güzel sözle anlatmak sorumluluğumuz olmalı. Umulur ki, “…onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar…” (Zümer Suresi, 18)

23 Mart 2010 Salı

Sonsuza Kadar Allah Aşkı


Mümin dünyaya Allah’a aşkla bağlanmak için gelir. Yalnızca O’na kul olmak, O’na şevkle ibadet etmek, içinde tutkulu aşkı hissetmek, Rabb’ine deli aşık olmak için gelir.


Mutluluk Allah sevgisiyle, Allah aşkıyla olur, bunun dışında kalpler tatmin olmaz, kurtuluş gerçekleşmez. İnsan yüzlerce yol dener ancak başka türlü mutlu olamaz. Yaşaması gereken, samimi Allah sevgisi ve gerçek Kuran ahlakıdır. Aşık sevdiğini gücendirmekten, onun sevgisinin yok olmasından çok çekinir. Allah’a aşkla bağlı insan, bundan daha şiddetle içi titreyerek Allah korkusunu yaşar. Allah’ın hoşnutluğundan mahrum kalmaktan korkar... Allah’tan gücü yettiğince korkan insan, O’nun buyruklarına uyma konusunda çok daha dikkatli olur; en çok Rabb’ini sever ve en çok O’na saygı duyar.


Her an Allah aşkıyla yanmak, insana bir enerji ve canlılık verir. Bu ruhla yaşayan, Allah’a derin bir teslimiyeti ve Allah korkusunu derinden hisseden, Kur’an’a tam tabî olan mümin için tedirgin olacağı, rahatsızlık duyacağı bir şey yoktur. İnsan ancak Allah aşkıyla huzur bulabilir, tevekkül edip rahat olabilir.


Samimi mümin, Allah’ın vereceği her şeye razıdır. Her türlü sonuca razı olarak Allah’a teslim olur. Allah’ın razı olması için, o da Allah’tan razı olur. Allah ne musibet verirse versin, aşkla sever Allah’ı, ne yaşarsa yaşasın aşkı devam eder.


“Rableri Katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah, onlardan razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı (hoşnut, memnun) kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden 'içi titreyerek korku duyan kimse' içindir.” (Beyyine Suresi, 8)
Bediüzzaman Allah aşkını şu sözlerle dile getirir: “Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni sevgililere yönelik olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî sevgili, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, kalıcı bir sevgili arattırır; geçici sevgiliye değil, Allah’a olan aşka dönüşür.”


Allah’a derin aşkla bağlı mümini Rabb’ine kavuşturacak olan, ölümdür. Ölüm, dünya metaına olan hırsı ortadan kaldıran kesin delildir ve mümin için cennete açılan bir kapıdır. Nefsi müthiş terbiye eden, ahlakı güzelleştiren en önemli sebeplerin başında gelir. Ölüm korkusu, cehennem korkusu insanları çok etkiler. Bu korkular, insanların daha merhametli, şefkatli, daha akılcı, daha sevecen, daha ince düşünceli olmalarını sağlar. Ve güzel ahlakın kökenini oluşturur. Bu nedenle ölüm, mümin için cennete vesile olma, Rabb’ine kavuşma yönünde bir nimet anlamındadır.


Ölümle her şeyin biteceğini, yok olacağını düşünmek korkunç bir şeydir. Oysa sonsuza kadar Allah aşkıyla yanmak, sonsuza kadar aynı şiddetli aşkla yaşamak muhteşem güzel bir duygudur. Milyarlarca yıl da geçse, Allah’ı aynı muhabbetle sevmeye devam etmek... Dileyelim Allah bu aşkı bizlere katıksızca yaşatsın; tükenmesi olmasın…

21 Mart 2010 Pazar

Ailenin Önemi

İnsanların büyük çoğunluğu dinin sadece ibadetlerden oluştuğunu zanneder. Oysa bu bir yanılgıdır; gerçek din yalnızca ibadet anlamına gelmez, yaşamın her anını kapsar. İman sahipleri rehber edindikleri Kuran vesilesiyle güzel ahlakı kazanır, her koşulda Allah’ın beğendiği bu üstün ahlakı yaşarlar.


Yaşamında Allah’ın hoşnutluğunu amaç edinen insan, her an ve her ortamda samimiyetinden, dini yaşamaktaki kararlılığından ödün vermemeye çaba gösterir. Dolayısıyla Kur’an ahlakına sahip insanların meydana getirdiği her toplumda bu güzel özellikler yaşanır.


Kur’an ahlakının yaşandığı bir ailede, günümüz ailelerinde yaşanan sorunlar görülmez. Günümüz toplumlarında saygısız, söz dinlemeyen saldırgan çocuklar ve çocuklarıyla yeterince ilgilenmeyen, onlara doğru ile yanlışı anlatmayan, birbiriyle de geçimsiz olan anne babalar çok fazladır. Bu evlerde genellikle kavga ve hakaret yaşanır. Oysa Kuran ahlakının hakim olduğu evlerde, anne babaya Allah'ın buyruğu gereği "öf" bile demeyen, vicdanını kullanarak iyiliği ve kötülüğü ayırt edebilen, çirkin davranışlardan uzak duran çocuklar yetişir. Bu ailelerin anne babaları kendi aralarında da sevgi ve saygıyı yaşar, çocuklarına güzel örnek olur, onların hayırlı insanlar olmaları için çaba gösterirler. Kısacası bu aileler sevgi, saygı ve dayanışma temelleri üzerinde inşa edilirler.


Aile yapısı böyle güçlü olan milletin devlet yapısı da çok güçlü olacaktır; çünkü aile toplumun özüdür. Manevi değerlerini kaybeden, aile yapısı çöken ülkenin manevi çöküşü de hızlı olacaktır.
Başlarda yalnızca aile ortamlarında yaşanan dejenerasyon, zamanla toplumun tüm kesimlerine yayılır. Sevgi, saygı ve sadakat yerine, kıskançlık, ikiyüzlülük, alay gibi kötü davranışlar ortaya çıkar. Tüm sistem çıkar ilişkileri, ahlaki dejenerasyon ve maddi beklentiler üzerine kurulu hale gelir. Güven, adalet, şefkat ve merhamet körelince, bireylerin bir arada huzur ve barış içinde yaşamaları da imkansızlaşır.


Kur’an ahlakının hakim olduğu ve gerçek anlamda yaşandığı toplumlarda ise, devletine, milletine yararlı, ailesini, arkadaşlarını seven, onlara sadakat ve vefa duygularıyla bağlı örnek insan modelleri çoğalır. Dolayısıyla bu millet, sağlam temeller üzerinde yükselen güçlü bir birlik ve beraberlik ruhuna sahip olacak, ülkede güven ve huzur içinde yaşanacaktır. Kuran'da da inananların birlikteliğinden doğacak gücün sırrı haber verilir:


Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. (Enfal Suresi, 46)


Kur’an ahlakını yaşayan insanın dünya hayatındaki en önemli dayanağı Allah korkusudur. Çünkü Allah korkusu onu, her an Allah'ın beğendiği tavırlar sergilemeye, O'nun hoşnutluğu için çalışmaya, şeytanın telkinlerinden ve nefsinin bencil tutkularından sakınmaya yöneltir. Rabb’inin huzurunda hesabını veremeyeceği işler yapmaktan, O’nun rahmetini ve cennetini kaybetmekten içi titreyerek korku duyan insanlardan oluşan ailelerin çoğalması, toplumun geleceği için en önemli güvencelerden biri olacaktır.

20 Mart 2010 Cumartesi

Rabb'in Yüzünü İstemek



Dünyaya Allah’ı tanımak ve O’na kulluk etmek için geldiğini, en önemli amacının Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu, dünyanın imtihan için yaratıldığını, asıl varılacak yerin ahiret olduğunu, dünyada yapıp ettiklerine göre sorgulanacağını düşünmek ve yaşamını tüm bu gerçeklere göre düzenlemek insanın en önemli sorumluluğudur. Aksi takdirde sadece doğan, büyüyen, çoğalan ve amaçsızca yaşam süren hayvanlardan bir farkı kalmaz.


Oysa yaratılmış her şey gibi insanın yaşamının da bir amacı vardır. Dünya hayatının göz açıp kapayıncaya kadar kısa olduğu gerçeğini fark edip, sadece Allah’a kulluk için yaşayan insanlar, Allah’ın Kendi ruhundan üflediği müminlerdir. Müminler yaşamlarının her anını, “Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Maide Suresi, 35) buyruğuna uygun olarak, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma, imanda derinleşme ve O’na yakınlaşmaya yollar arayarak geçirirler.


Dünya hayatında yapılan ameller, Kendi rızası için yapılan iyi işlere daha güzeliyle karşılık veren Allah’ın hoşnutluğu amaçlanarak yapılıyorsa, Allah Katında birer salih amel olarak geçerlidir. Müminin her hareketinde, her sözünde, attığı her adımda, Allah'a daha yakın olmak, Allah'ın sevgisini ve Allah’ın hoşnutluğunun en fazlasını kazanmak amacı vardır. Böylece yaptığı her davranış ve güzel söz, bir salih amele dönüşür ve hesap günü kendi lehine dengeleri değiştirerek onu sonsuz mutluluğa ulaştırabilir.


Ve onlar-Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir. (Ra’d Suresi, 22)

İnkarcı insanın ise dünya hayatında mala, mülke kısacası çevresinde gördüğü şeyleri elde etmeye karşı duyduğu bu hırs, ölünceye dek durmaksızın devam eder. Hiçbir zaman elindekilerle yetinip mutlu olamaz. Çünkü istediği şeyleri Allah'ı razı etmek için değil, sadece bencil tutkularını razı etmek için istiyordur. Ve sahip olduğu her şey onun kibrini ve büyüklenmesini artırmaktadır. Elbette Allah dünya hayatında bu derece azgınlaşıp nefsinin peşi sıra sürüklenenlerin huzurlu bir ruh haline sahip olmalarına izin vermez.


Dünyadan çok uzun bir süre ayrılmayacaklarını düşünen kişilerin tüm amaçları dünya hayatını ‘doyasıya’ yaşamaya yöneliktir. Ölümü unutur, ölümden sonraki yaşantıları için hiçbir hazırlık yapmazlar. En büyük amaçları, imkanları elverdiğince iyi bir yaşam sürmek, burada geçirdikleri her anı kendilerince en iyi şekilde değerlendirmektir. İnsanların dünyaya olan bu bağlılıklarını Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir: Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar. (İnsan Suresi, 27)


Bu kimselerin bir başka yanılgısı da, Allah'ın denemek amacıyla kendisine verdiği güç ve imkanı kendisinde olan bir üstünlükten dolayı ‘hak ettiğini’ sanmasıdır. Oysa tüm insanlar sadece Allah'ın kullarıdır ve O'nun katında hiçbir şeyi ‘hak etmiş’ olmazlar; insanlara verilen herşey, yalnızca Allah'ın bir lütfudur. “…Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka birşey değildir. (Hadid Suresi, 20)


Bunun farkında olan insan, Allah'ın verdiği nimetler karşısında azgınlaşmaz, şımararak sevince kapılmaz; sadece Allah'a şükreder ve bu şükrün sevincini yaşar. Samimi mümin ise, yok olacak şeylerin peşi sıra koşarak yaşamaz dünya hayatını; tek arzusu Rabb’inin yüzü/rızasıdır. Çünkü, “(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27)

19 Mart 2010 Cuma

Allah'ın Buyruğu: "İyilikte Yardımlaşın!"


Kur’an'da bildirilen iyilik müminin tüm hayatını kapsayan bir ahlak şeklidir ve sadece kişinin canı istediğinde değil, yaşamı boyunca uyguladığı bir ibadettir. Kur’an'ın "... İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah'tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır." (Maide Suresi, 2) ayetiyle inanan insanlara iyilik ve takva konusunda birbirlerine yardımcı olmaları bildirilir. Ayetteki buyruk gereğince, iman edenler yaşamları boyunca samimi bir çaba içinde olurlar.


Allah'ın haber verdiği ‘iyilik’ konusundaki yardımlaşmanın nasıl olması gerektiği de yine Kur’an ayetlerinde açıklanır: "Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve mücadelenin kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. "(Bakara Suresi, 177)


Mü’min kendi ihtiyacı olsa bile yoksula ve yetime yardım eden, sevdiklerinden özveride bulunan samimi bir kuldur. İyilik ve yardımı karşılıksız yapar ve başkalarını da iyiliğe özendirir. Tek hedefi, "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz." (İnsan Suresi, 9–10) ayetiyle de bildirildiği gibi, Rabb’inin hoşnutluğudur.


İnanan insanlar takva konusunda da yardımlaşırlar. Sonsuz yaşamda insana zarar verecek, sonsuz azaba yol açacak şeylerden sakınma ve nefsi bencil tutkularından arındırma konusunda müminler birbirlerine destek olurlar. Şeytanın tuzaklarıyla dolu engebeli yoldaki azığın en hayırlısı takvadır çünkü.


... Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, Benden korkup-sakının. (Bakara Suresi, 197)


İyilik ve takva konusunda yardımlaşan samimi müminler, hem dünyada hem de ahirette güzel karşılık alırlar. Allah, iyi ve güzel davranışlarda bulunarak örnek olan, diğer insanlara da iyiliği tavsiye edenlerin iyiliklerini artıracağının müjdesini verir.


... Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.(Şura Suresi, 23)


Samimi mümin, hatalar yapan kardeşini asla bırakıp gitmez. Hastalanan çocuğunu yalnız bırakmayan bir anne gibi tıpkı…Şefkat ve merhamet ederek, iyiliği emrederek, kötülükten sakındırarak yanında olur. Bize düşen; Allah'ın hükümlerine kesin bir bilgiyle iman etmek, O’nun buyruklarına uymak, her koşulda iyiliği tavsiye edip, ‘takva elbisesi’ ile donanmaktır.


Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size 'süs kazandıracak bir giyim' indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)

18 Mart 2010 Perşembe

Af Yolunu Benimsemek


Affı ve kullarına karşı iyiliği çok olan Allah’ı dost edinmek, O’nun her şeyi sarıp kuşatan rahmetine sığınmak, insana hatalarının bağışlanacağını bilmesi nedeniyle büyük huzur verir. Her hatasında hemen Allah’ın affediciliğine sığınan ve tevbe eden mümin, Allah’ın kendisine kesinlikle yardım edeceğini, koruyup gözeteceğini ve bağışlayacağını bilir. Hatası ne denli büyük olursa olsun, samimi niyetine binaen Rabb’inin hatasını bağışlayıp, kendisini hayra yönelteceğini umut eder.


Mümin bir hata yaptığında nasıl Allah’ın sonsuz şefkat, merhamet ve bağışlayıcılığına sığınıyorsa, kendisi de diğer müminlere merhametli ve affedici olmalıdır. Bir Kur’an ayetinde, “Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir.” (Araf Suresi, 199) buyurur Allah. Kalbi Allah’ın zikriyle hastalıktan arınmış/yumuşamış olan mümin, karşısındaki müminlere de hüsn-ü zan eder, bağışlayıcı olur. Bu Rabb’inin buyruğudur ve önemli bir yükümlülüktür. Allah’tan kendi hataları için bağışlanma dileyip, müminlere karşı katı ve sert bir ahlâk sergilemek, samimi müminin fıtratına uygun değildir. Mümin Allah’ın beğendiği ahlâkı her durumda kararlılıkla uygular; zaten istediği de O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak değil midir?…


Müminin bağışlayıcılık anlayışı, cahiliye insanınınkinden çok farklıdır. İnkar eden kişinin ‘bir defalık affetme’ ya da ‘son kez affetme’ mantığı müminin asla benimsemediği bir tavırdır. İnanan insan herhangi bir hata veya kusur defalarca da devam etse dahi, affedici ve hoşgörülü davranır, davranışlarında bir değişiklik olmaz. Af olmazsa sevgi diye bir şey kalmaz. Af olmasa o kadar çok insan birbirine darılabilir, sürtüştükleri o kadar çok konu olabilir ki… Ancak Allah, affedicilik özelliğiyle müminleri sağlıklı yaşayabilecekleri şekilde yaratmıştır.


İman etmeyen insan kinlendiğinde kini bir ömür boyu devam eder; hoşgörü ve bağışlayıcılığının bir tahammül sınırı vardır. Ard arda gelen hataları ve yanlışları sonucunda ‘bardak dolar’ ve ‘son damla’nın da taşmasıyla karşısındaki kişiyi artık affedemez duruma gelir. “Ben onu çizdim, benim için bitti” der örneğin. Oysa mümin, binlerce kez hata yapmış da olsa sevdiğine karşı merhametlidir. Asıl Allah’tır bağışlayıcı olan; bizler ceza veremeyiz.


Affetme sıkıntı, azap, çile içinde olmamalı, gönülden olmalıdır. İntikamın şeytani bir tadı vardır; ondan kaçınıp, samimi, içten affetmek, şefkatle bakmak gerekir. Affetmek, müminler arasındaki sevgi zeminini oluşturmada Allah’ın sunduğu sayısız nimet ve güzellikten biridir. Affetmek, sevginin önündeki engelleri kaldıran temizleyicidir.


Allah'ın beğenmediği bir ahlâk gösterdiği anda kişi ölüm meleklerini karşısında görse, telafi edecek zamanı olamayacağını anlar. İşte içi titreyerek Allah’tan korkan bir mümin, Allah’ın razı olmayacağı bir ahlâk göstermekten, O’nun katında makbul olmayan bir davranış sergilemekten titizlikle kaçınır. Her olay ve her hatalı davranış karşısında merhametli olur; bu en güzel ahlâk özelliklerinden biridir. Bu şekilde müminlerin birbirlerine karşı sevgi ve bağlılıkları artar ve şeytan aralarını açıp-bozamaz.


Kur’an’da, 'Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.' (Nur Suresi, 22) buyrulur. Allah’ın bizi bağışlamasını sevmez miyiz?..En çok ihtiyacımız olan nimet de bu değil midir?...

15 Mart 2010 Pazartesi

Din ve Vicdan




Toplumdaki yaygın inanca göre “din vicdanî bir olgudur, herkes dinini vicdanında yaşamalıdır.” Doğrudur, iman sahipleri, her zaman doğruyu işaret eden vicdanlarının sesini dinleyen insanlardır. Ancak din, kişinin sadece kendi içinde yaşaması gereken bir olgu değildir. Allah'ın önemli buyruğudur; her inanan Rabb'inin nimetini durmaksızın anlatmakla, iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla ve “yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar” fikir mücadelesi yapmakla sorumludur. Dini bir yerlere hapsetme düşüncesi, Kur'an'dan habersiz olan ya da Allah’tan yüz çevirerek yaşayan kişilere ait çarpık bir görüştür.


Allah'a aşık insanın kalbi o aşkla çarpar, dili O'nun emriyle ve dilemesiyle her an Rabb’ini anar. Ancak mümin bu duyguları ve imanı diğer insanların da yaşaması için çaba gösterir. Din insanın içinde yaşaması gereken bir olgu olsaydı, vahiy yalnızca inen elçiye ait olurdu ve Allah’ın elçilerinin insanlara tebliğ görevi olmazdı. Bu görüşler çarpık mantık sonucu ortaya atılan, Kur’an’a uygun olmayan zanlardır.


Yaşamı süresince sorumluluk almaktan kaçarak yaşayan bir insanı düşünelim. Yalnızca kendi yiyeceği, içeceği, geleceği, evi, malları ve nefsani çıkarları ile ilgilenen bir insan… Yeryüzünün dört bir yanında yaşanan acılar, zulümler, haksızlıklar, akan kanlar onun hiç gündeminde değildir. Dünyanın kargaşa, düzensizlik, bozgunculuk ve adaletsizliklerle dolu olması onu rahatsız etmez. Suçsuz yere öldürülen insanların, yiyecek bulamayan aç çocukların varlığına aldırmaz. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diye düşünür ve yalnızca kendi için yaşar.


Toplumda bu şekilde rahat edeceklerini, huzur içinde olacaklarını zanneden insanlara sık rastlanır. Oysa insanların zulüm gördükleri, haksızlıklara uğradıkları, acı çektikleri bir ortamda insanın sadece kendini düşünmesi asla vicdana sığmayacak olan bir davranıştır.


İman eden bir insanın görevi, Allah'ın buyruğu doğrultusunda iyi, doğru ve güzel olanı insanlara anlatmak, tavsiye etmektir. Müminin asıl görevi, asıl işi budur. Ancak müminler arasındaki bazı insanlar, onların sahip olduğu imanî şevk ve heyecanı içlerinde taşımazlar. Samimi müminlerinki gibi mutlu ve huzurlu değil, soğuk ve donuk bir hayatları vardır. Allah'ın gücünü gereği gibi kavramadıklarından, Kur’an ahlakının anlatılması ve yaşanması amacıyla yapılan faaliyetlerde hep geride kalır, pasif bir yaşantı sürdürürler.


Söz ettiğimiz kişiler kimi zaman müminlerin arasında yaşayan, iman ettiğini söyleyen ancak münafıkane davranışlar gösteren ya da kalplerinde hastalık bulunan insanlardır. Kimi zaman da bunlar, henüz imanı tam olarak kavrayamamış kimseler olabilir. Ancak tüm bu yapıdaki kişiler Kur’an ahlakını yaşamak ve benimsemekte, dolayısıyla da anlatmakta çekimser davranır, diğer müminlerin de kendileri gibi olmalarını isterler.


Oysa samimi müminler, kendilerince kalbi temiz ya da iyi insan olmanın yeterli olduğunu düşünen kimselerin gafletten uyanması için çaba gösterirler. Din ahlakını yaşamamaları durumunda, kendilerini bekleyen kötü son konusunda insanlara uyarılarda bulunurlar.


"İş(in) hükme bağlanıp biteceği, hasret gününe karşı onları uyar; onlar bir gaflet içindedirler ve onlar inanmıyorlar." (Meryem Suresi, 39)


Vicdanlı insanlar yaşanan zulüm ve adaletsizliklerin yerine iyiliği, güzelliği ve hakkı hakim kılmak için cesurca mücadele ederler. İman edenlerin bu sorumluluğunu Allah, Kuran'da "fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın…" (Enfal Suresi, 39) ifadesiyle haber verir.


Bu buyruğa uyan samimi müminler yaşamları boyunca dinsizliğe, dinsizliğin beslendiği görüşlere karşı fikir mücadelesi verir, ecirlerini ve Rabb’leri katındaki derecelerini artırırlar.


Mü'minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va'detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır. (Nisa Suresi, 95)

14 Mart 2010 Pazar

"Ne Az Şükrediyorsunuz"



Şükretmek, verdiği her nimet ve güzellik için, hem sözle hem de içten Allah'a minnet ve teşekkürün ifadesidir. Sahip olunan bu nimetleri Kuran'da haber verildiği şekliyle kullanmaktır. Bu güzellikleri veren Rabb’ine şükretmeyen kişi ise nankörlük içindedir. Dünya hayatındaki tüm nimetler, insanın şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğini ortaya çıkarmak için yaratılır.

“Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.” (İnsan Suresi, 2-3)

İnsan vicdanını kullanırsa, her yandan Allah'ın nimetleriyle kuşatılmış olduğunu görür. Hiçbirine kendisi güç yetiremez; yalnızca Rabb’inin dilemesiyle bu nimetlere kavuşabilir. İnsanın kendisine ait olduğunu düşündüğü bedeni, zekası, sağlığı ve gücü de gerçekte bu nimetlerin bir kısmıdır.


“Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nahl Suresi, 18) ,


Şükür kalpten ve sözle olmasının yanı sıra fiilen de yapılmalıdır. Bu da, nimeti Allah yolunda, Allah'ın en çok hoşnut olacağı yönde değerlendirerek yapılır. İnsan kendisine verilen mal, mülk, kariyer, saygınlık, zeka, sağlık gibi nimetleri Allah'ın buyruğuna uygun olarak kullanmazsa hakkıyla şükretmemiş olur.


“Öyleyse Allah'ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O'na kulluk ediyorsanız Allah'ın nimetine şükredin.” (Nahl Suresi, 114)


Şükredebilmek bir nimettir ve Hz.Süleyman’ın Kur’an’da söz edilen "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat. " (Neml Suresi, 19) duasındaki gibi, ancak Allah'ın lütfu ve dilemesiyle yapılabilir. Mümin şükrederek, sahip olduğu herşeyi kendisine Allah'ın verdiğinin bilincinde, şirkten uzaklaşır.


Nankörlük, insanları Allah’ın yolundan saptırma çabasındaki şeytanın tuzaklarından biridir. Kur’an’da, "Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Araf Suresi, 17) ayetiyle dikkat çekildiği gibi, şeytan insanların şükretmelerine engel olmak için uğraş verir. Tarih boyunca iman etmeyen ya da zayıf imanlı olan kişiler, şeytanın bu tuzağına düşerek nankörlük içinde yaşamışlardır.

“... Şüphesiz Allah, insanlara karşı büyük ihsan (Fazl) sahibidir, ancak onların çoğu şükretmezler.” (Yunus Suresi, 60)


“Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim Suresi,7) ayetindeki ifade şükür ibadetinin önemini ortaya koyar. Namazı nasıl sahipleniyorsa inanan insan, şükrü de öyle sahiplenmelidir; eşit olarak, ayırt etmeden…


Yoksulluk, hastalık gibi durumlara karşı isyankâr ve şikayetçi davranmak, Kur’an ahlâkına uygun değildir. İnsan, Allah'ın kendisi için yarattığı kaderin hayır ve hikmet içerdiğini unutmamalı, her durumda O’ndan hoşnut olmalıdır. Yaşanan olay karşısında şikayetçi olmak, üzülmek ya da sinirlenmek, Allah'ın dilediği bir güzelliğe karşı çirkin bir davranış olur. Bu durum, Allah'a karşı büyük nankörlüktür. Çünkü Allah her olayı insanı imtihan etmek amacıyla yaratır ve kulunun sonsuz kurtuluşuna vesile kılar.


“De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler."” (Tevbe Suresi, 51)

Olumsuz gibi görünen her olay, Allah’ın yarattığı kaçırılmaması gereken birer ecir fırsatıdır. Her konuda şükrümüzü yalnızca Allah’a yöneltelim. İçtiğimiz su için bile şükür içinde olalım. Allah, yaşam kaynağımız olan suyu, tadı ve içimi hoş, kokusuz, herkesin damak tadına uygun yaratmıştır. Her insan suyu severek içer; “suyu sevmem” diyen insana rastlayamayız. Sunulan nimetlere her an şükredelim. Çünkü Kuran’ı her açtığımızda, Allah’ın “ne az şükrediyorsunuz?” ifadesiyle karşılaşırız.


De ki: "Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk Suresi, 23)


Andolsun, sizi yeryüzünde yerleşik kıldık ve orda size geçimlikler yarattık. Ne az şükrediyorsunuz? (Araf Suresi, 10)

13 Mart 2010 Cumartesi

Şeytan Yanıbaşınızda!



İçinizde bir sıkıntı hissediyorsanız –ki bu Allah’ın ilhamı olan vicdan yoluyla yapılan rahmani uyarıdır-ya da vicdanınız rahatsızsa kendinize şu soruları sorabilirsiniz:

Şu an içinizden geçen düşünceler Kur’an' uygun mu?

Allah'ı anma konusunda gevşeklik gösteriyor musunuz?

Allah'ın sınırlarını korumaya, buyruklarını yerine getirmeye özen göstermiyor musunuz?

Planlarınız Allah'ın hoşnutluğu dışında farklı bir amaca mı yönelik?

Kendi çıkarlarınız diğer müminlerin çıkarlarından daha mı öncelikli?

Kendinize ya da bir başka mümine yönelik kuşkunuz/kötü zannınız mı var?

Özel olduğunuzu, yerinizin doldurulamayacağını mı düşünüyorsunuz?

Yaşadığınız olaylar karşısında haksızlığa uğradığını mı düşünüyorsunuz?

Yaptığı özverili davranışların insanlar tarafından bilinmesini, bundan söz edilmesini mi istiyorsunuz?

Sevdiğiniz bir şeyden özveride bulunmanız gerektiği halde, bahaneler mi üretiyorsunuz?

Dünya malına karşı hırsla bağlılık mı duyuyorsunuz?

Gelecek korkusu taşıyor musunuz?

Kur’an’la uyarılmaya karşı tahammülsüz müsünüz?

Allah'a, dine düşman birine karşı içinizde sevgi ve bağlılık mı duyuyorsunuz?

Kur’an okumak, dua etmek ya da salih amellerde bulunmak için vaktiniz olmadığı mazeretine mi sığınıyorsunuz?

Eğer hissettiğiniz sıkıntı buradakilere benzer bir durumdan kaynaklanıyorsa, apaçık düşmanınız şeytan yanı başınızda demektir. Tüm bu düşünceler de size değil, şeytana aittir; onun sizi saptırmak amacıyla kalbinize fısıldadığı sözleridir. Çözüm ise Allah’a sığınmaktır…

Uzak Doğunun Batıl Dinleri


İnsanların büyük çoğunluğu, yeryüzünde yaşanan kargaşanın, kavgaların, savaşların, sıkıntıların, samimiyetsizliğin, bencilliğin sona ermesini, huzur, barış ve mutluluk içinde bir yaşama ulaşmanın yollarını arar. Bu arayış içindeki bazı kişiler özlemini duydukları yaşamı, insanlar tarafından oluşturulmuş batıl dinlerde bulabileceklerini düşünürler. Oysa yalnızca dünyada ve ahirette sonsuza dek sürecek bir yaşam, ancak Kur’an ahlâkının gereğince yaşanmasıyla umut edilebilir.


Söz ettiğimiz batıl dinler Doğu dinleridir ve pek çok sapkın inanç içerirler. Ancak insanların birçoğu, bu görüşlerin iç yüzlerini detaylı olarak bilmezler.


Yahudilik, Hıristiyanlık -ilk vahyedildikleri durumları- ve İslamiyet gibi vahye dayalı dinler, insanları aydınlık, huzur, barış ve güven dolu bir yaşama çağırırlarken, genellikle Doğu dinleri olarak bilinen çarpık inanışlar, dünyadan tamamen uzaklaşıp sefil koşullarda yaşamayı, her yönüyle batıl, kasvetli bir yaşamı önerirler. Bu sapkın dinin bireylerinin asıl ve en önemli yanılgıları ise Allah'ın mutlak varlığını kabul etmeyip, kendi yaptıkları putlara tapmaları ve bu putlardan yardım ummalarıdır. İnsanın kendi yaptığı bir puta güç atfetmesi, o putların yardım edebileceğini ya da cezalandırabileceğini zannetmesi, ondan korkması ya da saygı göstermesi büyük bir sapkınlık ve akılsızlıktır.


"Siz yalnızca Allah'tan başka birtakım putlara tapıyor ve birtakım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın Katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz." (Ankebut Suresi, 17)


Hinduizm, Budizm ve Caynizm gibi sapkın Doğu dinlerinde Karma inancının çok önemli bir yeri vardır. Karma yanılgısına göre, bir insan geçmişte ne yapmışsa, gelecekte onu görür.

Karmanın temelinde reenkarnasyon inancı bulunur. Bu çarpık inanç, insanın ölümünden sonra dünyaya tekrar başka bir bedenle geldiğini ve bu ölüp dirilmenin sürekli devam ettiğini iddia eder.


Önceki yaşamında iyi bir insan olan kişinin, bugünkü yaşamında zenginlik ya da başarıyla ödüllendirildiği zannedilir. Geçmiş yaşamında kötülükler yapan kişinin ise, sonraki yaşamında karşılığını fakirlik, mutsuzluk şeklinde aldığı iddia edilir. Hatta bu sapkın görüş, insanın yaptığı kötülüğe göre sonraki yaşamında hayvan ya da bitki olabileceğini ileri sürer.

Karma’nın öğretilerinde kadere iman yoktur. Bu batıl inanışa göre, her insan kendi kaderini kendisi belirler. Herkesin yaşam şekli, bir önceki yaşamındaki davranışlarına bağlıdır.
Karma felsefesi, insanlara yaptıklarının karşılığını veren bir sebep-sonuç kanunu bulunduğunu iddia eder. Ancak bu kanunu belirleyen ve uygulayan bir Yaratıcı olduğunu kabul etmez; kanunun kendi kendine işlediği zannedilir. Oysa bir kanun varsa- metafizik de olsa- bunu düzenleyen bir güç ve irade olmalıdır.


Söz ettiğimiz bu felsefenin mensuplarının, insanları sorgulayıp yargılayacak Yüce Allah'ın varlığına inanmadıkları halde, yapılanların karşılığının alınacağına ve sonraki yaşamın buna göre belirleneceğine inanmaları ilginçtir.


Dahası o kişinin bu dünyadaki davranışlarını gözlemleyen, iyi ya da kötü olduğuna karar veren ve bir sonraki yaşamını buna göre düzenleyen kimdir?


Karma felsefesine dayalı sapkın dinlerin bireylerinin bu sorulara cevap bulmaları imkansızdır. Tüm bu cevabı olmayan sorular, batıl dinlerin ne denli akıl ve mantık dışı olduklarının kanıtıdır. İnsanlara kurtuluş yollarını gösteren, onları ölümden sonraki sonsuz yaşamları konusunda uyaran, Allah'ın hoşnutluğunun ve cennetinin nasıl kazanılacağını işaret eden tek yaşam rehberi Kur’an’dır. İslam dini de, Allah'ın insanlar için seçip beğendiğini bildirdiği tek dindir.


"Kim İslam'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır." (Al-i İmran Suresi, 85)

Bu inanışlara sahip insanların yaşadıkları batıl hayat, Allah’a kulluk ve ibadet etmek yerine gerçekleştirdikleri sapkın ritüeller ve körü körüne uydukları çarpık din, kendilerini hem dünyada hem de sonsuz ahirette büyük kayba uğratacaktır. Gerçekleri görmeleri ve tüm batıl inanışlarını bırakıp Yüce Allah'a teslim olmaları en güzel davranış olacaktır.

Sorgu Anı İnkar Edenler İçin Zorlu Anların Başlangıcıdır


Şeytan, insanları saptırmak için kullandığı her telkini kendisi vermez. Plan ve taktiklerini etkisi altına aldığı kişiler aracılığıyla uygular, telkinlerini onların ağzından verir. Şeytanın dostu olan bu kimseler, "günahı benim boynuma", "yaşlanınca nasılsa ibadet yapacak bol zamanın olur, şimdi hayatın tadını çıkar", "dünyaya bir kere gelinir" gibi sözlerle, insanları Allah'ın buyruklarını göz ardı etmeye ya da sorumluluklarını ileri yaşlarına ertelemeye yöneltirler. Bu sözlerin etkisi altına giren kişilerin ise gaflet halinde oldukları çok açıktır. Çünkü insan dünyaya nasıl bir kez geliyorsa, ahirete de bir kez gidecektir.

Adeta şuursuzca, gaflet halinde yaşayan bu kimse ahirette Allah'ın huzurunda yalnız sorgulanacağını unutmuştur. Ahirette diriltildiğinde o mahşer kalabalığı içinde koşarken yalnızdır. Orada kimse kimsenin durumunu sormaz. Dünyada iken ‘hayatı birlikte doya doya yaşadığı’ dostları yanında yoktur. Dünyada yalnız kalmaktan korkan insan, dünyadakine asla benzemeyen bir yalnızlık içindedir. Sorgulanma anı, dünyadayken Allah’tan yüz çevirmiş kişi için yaşadığı en zorlu andır.

Yapıp ettiklerini, yerine getirmediği sorumluluklarını, ertelediklerini ve Rabb’i karşısındaki aczini düşündüğünde yalnızlık hissi daha da artar. Yaşamı boyunca değer verdiği her şeyden ve yakınındaki tüm insanlardan uzaktır; yapayalnız, tek başınadır.


Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız, tek başlarına' geleceklerdir. (Meryem Suresi, 95)


İbadet etmek için daha çok zamanı olduğunu, yaşlanınca kulluk görevlerini yerine getireceğini düşünmüştür; ne kadar ömrü kaldığını bilmeden…Kişi ölümün her an kendisini bulabileceğini düşünmemiştir. Düşünmediği gibi, bu kendince ‘tatsız’ konudan söz edenleri de susturmuştur. Uyaranlara ise hiç kulak vermemiştir.

Şu çok kesin gerçektir ki; Allah'ın buyruklarını yerine getirmeye vakit bulamadan, ölüm apansız gelip çatabilir. Oysa insan kalbini Rabb’ine bağladığında, her şeyi Allah’ın yaratmakta olduğu gerçeğini düşündüğünde, Allah’ın dilemesiyle hem dünyada hem de ahirette en büyük nimetleri kazanabilecektir.

Nerede ve ne yapıyor olursak olalım, Allah'ın sonsuz aklıyla planladığı bir kadere tabi olduğumuzu asla unutmayalım. Her kim olursa olsun her insan kesinlikle ölümü tadacaktır; yalnızca Allah, ezeli ve ebedi olandır, daima diri olandır.

Sizi diri tutan, sonra öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur. Gerçekten insan pek nankördür. (Hac Suresi, 66)

"Onların Fısıltılarını Duyuyor musun?"


Biz, onlardan önce nice insan nesillerini yıkıma uğrattık; (şimdiyse) onlardan hiçbirini hissediyor veya onların fısıltılarını duyuyor musun? (Meryem Suresi, 98)

Tarih boyunca tüm kavimlerin Allah'a başkaldırmak, O'na şirk koşmak, yeryüzünde haksız yere büyüklenmek, insanların mallarını haksızlıkla yemek, sapkınlık ve azgınlık yapmak gibi ortak bazı özellikleri olmuştu. Bir başka ortak özellikleri de, müminlere karşı baskı ve zulüm uygulamalarıydı. Bu azgın toplumlar müminleri sindirmek için her yolu denemişlerdi.


Kur’an bu toplumlara ilişkin bize birçok bilgi verir. Bunların hatırlatılmasındaki amaç, kuşkusuz tarih bilgisi vermek değildir. Peygamber kıssaları "ibret" alınması için anlatılır ki; helak olanlar, arkalarından gelenleri doğruya yöneltsinler.

Kendilerinden önceki kuşaklardan nicelerini yıkıma uğratmamız, onları doğruya yöneltmedi mi? (Oysa bugün kendileri) onların kaldıkları yerlerde (tarihi kalıntıları üzerinde) gezinip durmaktadırlar. Şüphesiz bunda sağduyu sahipleri için ayetler vardır. (Taha Suresi, 128)


Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır…(Yusuf Suresi, 109-111)

Kıssalara "ibret" amacıyla bakarsak, bugün içinde yaşadığımız toplumda da helak edilmiş toplumlara benzer bir dejenerasyon yaşandığını görebiliriz.


Özellikle "kavmin önde gelenlerinin" önemli çoğunluğu, helak olmuş kavimlerden pek de farklı değildir. Bu kimseler dinin hükümlerini bildikleri halde, taşkınlık, azgınlık ve sapkınlık yapmaktan çekinmezler. Dahası kendilerine Allah’ı hatırlatan müminlere karşı düşmanlık yaparlar.

Tüm kavimler, doğal sebeplerle gelen afetler sonucunda cezalandırılmışlardır. Deprem, sel, fırtına, yanardağ patlaması gibi. Bugün çirkin utanmazlıklarda bulunan ve eski toplumların işlediği suçları işleyenler de, benzer cezalarla karşılaşabilirler. Ülkemiz için de tüm bu anlattıklarımız geçerlidir. Özellikle büyük kentler, inkarcılık, dini ve müminleri alaya alma, adaletsizlik, cinsel sapkınlık gibi konuların oldukça yoğun yaşandığı yerler haline gelmiştir.

Gönderilen tüm peygamber ve resuller kavmine Allah’ı, ölümü, hesap gününü hatırlatmış ve onları Allah'ın azabına karşı kavmini uyarıp korkutmuşlardır. Ancak gönderildikleri kavimler onları yalancılıkla, çıkar elde etmeye çalışmakla ya da üstünlük arayışı içinde olmakla suçlamış ve onların anlattıklarını düşünmeden, öğüt almadan kendi sistemlerini devam ettirmişlerdir. Hatta büyük bir kısmı daha da aşırı giderek müminleri öldürmeye veya yurtlarından sürmeye çalışmıştır. İman ve itaat eden müminlerin sayısı ise her defasında çok az olmuş, Allah yalnızca peygamberi ve beraberindeki inananları kurtarmıştır.

Aradan binlerce sene geçmesine rağmen söz edilen toplum yapısında ve inkar sisteminde pek bir şey değişmemiştir. Günümüzde, Sodom ve Gomorra kentlerindekine benzer hatta daha da aşırı sapkınlıklar yaşayan, sayısı oldukça fazla "Lut Kavmi" vardır. Tartıda adaletsizlik yapan Semud Kavmi, Sebe ve İrem Halkı gibi Allah'ın nimetlerine karşı nankör, Nuh Kavmi gibi dine ve müminlere karşı alaycı, Ad Kavmi kadar adaletten sapmış toplumlar oldukça fazla sayıdadır.

Bu kavimlerin hepsinin ayrı ayrı helak nedenleri vardır. Yaşadığımız dönemde ise bu çirkin davranışların hepsi fazlasıyla görülür. O nedenle bu dönemde imtihan da fazla olabilir. Helak edilen her kavim bu döneme bir delildir. Bunlar çok önemli işaretlerdir...

Toplumların teknolojik yönden ulaşmış oldukları düzey ve imkânları, Kur’an ayetlerinde de haber verildiği üzere, hiçbir önem taşımaz. Bunların hiçbiri, hiç kimseyi üstün, kuvvetli, güçlü, mağlup edilmesi mümkün olmayan, galip olan Allah'ın azabından kurtaramaz.

Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Onlar güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt üst etmişler (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara açık delillerle gelmişti. Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı. (Rum Suresi, 9)

Sonsuz güç sahibi Yüce Allah, dilediği anda dilediği toplumu helak edebilir. Ya da dilediğini dünyada güzel bir hayatla yaşatır; ahirette azaplandırır. O’nun her şeye gücü yeter.

İşte biz, onların her birini kendi günahı ile yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik, kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı. (Ankebut Suresi, 40)

Acizliğimizi Kavramaktaki Aczimiz


Yüce Allah, insanı üstün özelliklerle ve kusursuz sistemlerle yaratmış, ancak “…insan zayıf olarak yaratılmıştır. (Nisa Suresi, 28) ayetiyle Kur’an- Kerim’de haber verildiği üzere ona acizliğini hatırlatacak birçok eksiklik vermiştir. Rabbimiz dileseydi, insanı eksiksiz olarak da yaratabilirdi. Ancak bu acizliklerin yaratılması da bir hikmet üzeredir ve Allah’ın merhametinin göstergesidir. Çünkü acizlikler dünya hayatındaki imtihanın bir gereğidir ve insana Rabb’imizi hatırlatır.

İnsan ne kadar aciz olursa imtihanı o kadar mükemmel ve güzel olur, insanı Allah’a o kadar yaklaştırır. Örneğin Rabbimiz dileseydi insanları da çiçek gibi güzel kokacak şekilde ya da sabah yüzünü yıkamasına gerek kalmayacak kadar temiz yaratabilirdi. Ancak insan temizlenip bakım yapmadığında, kirli, kötü bir görünüme ve kokuya sahip olmaktadır.

İnsan ne doğacağı ne de öleceği zamanı ve yeri belirleyemez. Yaşadığı sürece başına gelebilecek hiçbir olay konusunda da bir bilgisi yoktur. Hiç ummadığı bir anda tüm hayatını değiştirebilecek olaylar yaşayabilir ve hiçbirini kontrol edemez. Yalnızca tedbir alabilir, ancak aldığı tedbirler de onu koruyamayabilir.

Her an insan bir virüs bedenine girip onu yatağa düşürebilir, hatta ölümüne sebep olabilir. Hastalıklar da insana acizliğini ve Rabb’imize muhtaç olduğunu hatırlatır. Mikroskobik bir virüsün kendi bedeni üzerinde meydana getirdiği zayıflığa engel olamayan insan, böyle anlarda Yüce Allah karşısındaki acizliğini hatırlar ve tek şifa verecek olan Şafi Allah'a yönelir, O’na sığınır.

Bu konuya Bediüzzaman Said Nursi şu sözleriyle dikkat çeker: “Hem hastalık, insandaki acizliğini zayıflığını hatırlatır. O acizliğin lisanıyla ve zayıflığın diliyle haliyle ve sözleriyle bir dua ettirir. Cenab-ı Hak, insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir za’f vermiş. Ta ki daimi bir surette ilahi dergâha sığınıp istesin etsin, dua etsin.” …


Diğer yandan, yaşadığımız dünya içeriden ve dışarıdan da yüzlerce tehlikeyle doludur. Göktaşları, karadelikler, kuyruklu yıldızlar dıştaki tehlikelerden yalnızca bir kısmıdır. Güçlü çekim alanlarıyla, çevrelerinde bulunan herşeyi yutan karadelikler, kendilerinden çok büyük yıldızları, hatta galaksileri dahi kendilerine çekebilirler. Dünya da bu sonsuz boşluk içinde, her an bir karadeliğin etki alanına girebilir. Uzayda büyük çarpışmalar ve dev patlamalar olmakta, dünyadan milyonlarca ışık yılı uzakta gerçekleştiğinden insan bu olayları kendisinden uzak görmektedir.


Dahası, dünyanın derinliklerinde binlerce derece sıcaklıkta magma tabakası ve ayrıca dünyayı dıştan kuşatan atmosfer vardır. Atmosfer koruyucu bir tabakadır, ancak son derece kuvvetli ve yıkıcı etkileri olan şiddetli rüzgârlar, fırtınalar ve tayfunlar burada gerçekleşir.

Dünyada sık sık mal ve can kaybıyla sonuçlanan doğal afetler gerçekleşir. Depremler, yanardağ patlamaları, seller, yangınlar kısa bir süre içinde canlıları yok edebilir ve büyük hasarlara yol açarlar.

İnsan, hiç beklemediği bir anda bu tehlikelerden biriyle karşılaşabilir, övündüğü ve gurur duyduğu fiziksel bir özelliğini ya da mallarını yitirebilir. Kişinin, hiçbir şey kontrolünde değilken, gökten yere her işi evirip çeviren Rabbimiz karşısında acizliği nedeniyle boyun eğmeyip, büyüklenmesinin akılsızca bir davranış olacağı çok açıktır.


O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? (Veya) Onlar, Allah'ın tuzağından güvende mi idiler? Allah'ın bir tuzak kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz. (A’raf Suresi, 97-98-99)


Yüce Allah her olayı sebep-sonuç ilişkisi içinde yaratmıştır ve bu yüzden bütün doğa olaylarının bilimsel birer açıklaması vardır. Üstün güç sahibi Allah, tüm bu olayları sebepsiz olarak da kolayca yaratabilirdi, ancak bilimsel sebepler, yaşanan olaylara mantıklı bir açıklama getirir. Bu nedenle pek çok insan bu olayları Yüce Allah’a değil, sebeplere bağlar. Oysa Rabbimiz bu olayları sebep kılarak, insanlara acizliklerini gösterir. Ve bütün bunlar aklını kullanabilenler için birer düşünme ve öğüt alma vesilesi olur. Yüce Allah Kur’an’da birçok ayette uyarılarda bulunur.


Yoksa gökte olanın üzerinize 'taş yağdıran (fırtınalı) bir rüzgar' göndermeyeceğinden emin misiniz? Siz o takdirde Benim uyarmam nasılmış bilip-öğreneceksiniz. (Mülk Suresi, 16-17)


Yüce Allah verdiği musibet ve belalarla insanlara ölümün yakınlığını gösterir, dünyada varoluşlarının nedenlerini ve amaçlarını hatırlatır. Rabb’imiz bu olaylarla aslında insanlara merhamet etmektedir. Çünkü zorluklar, hem onları yaşayan insan, hem de şahit olan kişiler için dünya hayatının geçiciliğini ve her an sona erebileceğini kavramaları içindir.

İnsan hiçbir bela ve musibeti kendisinden uzak görmemelidir. Bu felaketleri, zarar gören kişiler de bela gelmeden önce muhtemelen kendilerinden uzak görmekteydiler. Her insan dünyada yaşayacağı ortalama 60-70 yıl için, sonsuz hayatını feda etme yanılgısından kurtulmaya çalışmalıdır. Çünkü ‘o gün’ herkes Kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarılacaktır.

Sahip olunan bütün imkan ve özellikleri veren Allah’tır ve dilediği anda da hepsini geri alabilir. Yok olacak şeyler peşinde hırsla koşarak yaşanan dünya hayatının, ahiretteki sonsuz hayat yanında hiçbir değeri yoktur.

Bu konular üzerinde derin düşünen insan, dünyanın geçici ve eksikliklerle dolu bir mekan olduğunu ve Yüce Allah’a karşı aczini fark eder, acizliğinden kaynaklanan hataları için Allah’tan bağışlanma diler, tevbe eder. İnsanın kendi acizliğini kavrayabilmesi, Yaratıcı'sının üstünlüğünü ve gücünü gereği gibi takdir edebilmesine, O'na muhtaç olduğunu anlayabilmesine, dolayısıyla gerçek kurtuluşuna vesile olabilir.

Rabb’imiz insanlara sayılamayacak kadar fazla nimet verir. İnsan durmaksızın nefes alır, her organı mükemmel çalışır, kalbi vücuduna sürekli kan pompalar. Ve bunların hiçbirinin işleyişinde insanın bir rolü yoktur. Ancak insan yemek yemeden, su içmeden, uyumadan yaşayamaz. Bütün bu mucizevî sistemleri sonsuz güç sahibi Allah idare eder. Ancak çoğu kişi inatla yüz çevirerek şeytanın sisteminde yaşamaya devam eder.

Yüce Allah, “ Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” (Al-i İmran Suresi, 139) ayetiyle müminin üstün olduğunu bildirir. Mümin, Rabb’i karşısında aciz olduğunu kabul ettiği için üstündür.


İmtihanı Unutmak


Yaratıcısından uzak yaşayan insanların mutlu olamamalarının önemli bir nedeni, dünyada varoluş amaçlarını unutmuş olmalarıdır. İnsan, “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı…”(Mülk Suresi, 2) ayeti gereği imtihan için yaratılmıştır. Yüce Allah'ı, O'nun sonsuz aklını, eşsiz gücünü ve muhteşem sanatını gereğince takdir edebilecek mi, yoksa sorumluluklarını, hatta yaratılış amacını unutup dünya hayatına mı yönelecek diye denenir.

Her insan, içinde kendisine her an doğru olanı fısıldayan vicdanına uyup uymayacağıyla denenir. Vicdanının sesini dinlemek yerine nefsinin bencil tutkularını tatmin için yaşayan kişi imtihanı kazanamayacaktır.

Bu imtihan, insan yaşamının her anında devam eder. Her insan her sözünü, her davranışını ve aklından geçen her şeyi ahirette karşısında bulacaktır. Hayırdan ya da kötülükten yana yaptıklarıyla karşılık görecek, hiç kimse ‘hurma çekirdeğindeki iplikçik’ kadar dahi haksızlığa uğratılmayacak, amellerinin ağırlığına göre hak ettiği sonsuz ‘barınma yurdu’nda yerini alacaktır.

Dünyada olup biten her olayın bir deneme olarak yaratıldığını unutan kişi tevekkülsüz davranışlar gösterir. İmtihanı kavrayamayan kişilerin söyledikleri “keşke böyle yapmasaydım" "işim hep ters gidiyor", "şunu yapmasaydın böyle olmazdı" gibi pek çok söz, çarpık kader anlayışı sonucu yaşadıkları tevekkülsüzlüğün göstergesidir.

İnsan bu tevekkülsüz ahlâkı nedeniyle parası, yiyeceği, içeceği, serveti de olsa bir türlü mutlu olamaz. Sürekli korku içinde, huzursuz yaşar. Her an evinin yanmasından, ekonomik yönden açmaza girip batmaktan, sahip olduğu malları yitirmekten korkar. Rahatsızlandığında en zor hastalıklar aklına gelir; acaba kanser mi olmuştur? Kalp atışı hızlanır; acaba enfarktüs mü geçirmektedir? Karnının ağrıyor olması acaba apandisit belirtisi midir?...Her an yeni bir endişe ve yeni bir acı yaşayan kişi, yalnızca kendisi için değil, ailesindeki tüm bireyler için de aynı korkuları tek tek yaşar. Dolayısıyla sinirleri çok bozuktur, sürekli gergindir. Bu yüzden sigara, alkol hatta uyuşturucu kullanır; hırçın ve saldırgandır.


Ve böyle yaşayan bir insanın hayatının her bölümü adeta cehenneme benzer. Kişi boğulma olasılığı nedeniyle su içmekten dahi korkacak hale gelir. Örneğin, insanların bir dönem yaşadıkları deprem korkusu yaşamı zehir etmiştir. İnsan zayıf yaratılmış bir varlıktır ve bu kadar korkuyu kaldıramaz, hepsi kişiye azap olur. Oysa Allah’a tevekkül etse bereket, bolluk, huzur ve mutluluk içinde yaşayacaktır. Rahman-Rahim olan Allah’ın koruması altında olduğunu bilmek zaten Allah’a imanın önemli koşuludur. Kişi Allah’ı dost edinmiyor ve O’na güvenmiyorsa imanını tekrar gözden geçirmelidir.

Allah’ın imtihan amacıyla yarattığı görüntülerle yüzleşme zamanında sabır ve tevekkül gösterememenin kesin sonucu, sıkıntı ve mutsuzluktur. Allah’a teslim olup, tevekkülü yaşamayan kişiler, ardındaki hayır ve hikmetleri düşünmedikleri için aleyhlerinde gibi görünen her olayda şikayet ederler. Sonucunda da devamlı huzursuz, mutsuz ve sıkıntılı bir yaşam sürerler. Oysa insan, Rabb’inin kendisi için yarattığı her andan hoşnut olmalıdır. Zorluk durumlarında da, güzel ahlâkta ve Allah'a sadakatte kararlı olmalıdır. En önemlisi de yaratılış amacını ve yaşadıkları karşısındaki tavırlarıyla imtihan olduğunu unutmamalıdır. Allah’ın beğendiği güzel ahlâkı yaşayanlar, gösterdikleri sabrın kendilerine sonsuz güzellik olarak döneceğini bilmenin mutluluğunu yaşarlar.


Aşk Ehlinin Sonsuz Mekanı: Cennet



"Her çile cennet yolunun bir taşıdır, imtihandan kaçan ahireti kaybeder" Hz. Muhammed(sav)

Zorluk anları, Allah'ın insanlar için yarattığı çok değerli zamanlardır. İnanan insan zorluk ve sıkıntıyla karşılaştığı zaman, tüm bunların arkasından gelecek hayır ve hikmeti bekler. Yaşadığı her anın Allah'ın kendisi için yaratmış olduğu nimet, güzellik ve ecir fırsatı olduğunu düşünür. İnsan böyle zamanlarda çile çekerken, Allah'a olan aşkını, sadakatini, teslimiyetini gösterir ve ecir kazanır.

Allah, teslim olması için insana hastalık verir, musibet verir. Bu, gerçekte Allah’ın rahmeti ve lütfudur. İmtihan olmak, Allah’ın kulunu unutmadığının işaretidir. Allah hastalığı verir, kendisini hatırlatır. Hastalık süresince insan hep Allah’ı hatırlar, O’na yakınlaşır. Rabb’i, sevdiği için hastalık verir; uzun sürmesi de nur alâ nurdur. Zorlansa, çile çekse de önemli değildir; çünkü kalbi tatmin bulur.

Çileyi, belayı sahiplenir mümin; çünkü her şey kusursuz olsa, o zaman imtihan olmaz. Allah her konuda, açlıkla, canlardan ve mallardan imtihanla sınayabilir. İmtihan anında güzel bir sabırla sabretme, Allah’a güvenip dayanma oranında da alacağımız not yükselir. Sağlam olabilmek için birşeylerin zorlanması, canımızın acıması gerekir. Ne kadar imtihan olursa, o kadar ecir alınır.

İnsan zorlukta Allah’ı anıp, kolaylıkta unutur. Ancak samimi mümin zorlukta da kolaylıkta da Rabb’ini anar, imtihan geldiğinde hoşnut olur; her anına şükreder. İnsan ne kadar çile çekerse, Allah’a o kadar yakınlaşırken, iman etmeyen uzaklaşır. “Sopayla kilime vuranın gayesi; kilimi dövmek değil, tozu kovmaktır.Allah tozunu alıyor niye kederlenirsin? '' (Mevlana, Mesnevi)

Allah’ın rahmetini ve hoşnutluğunu aramayan kişiler, Allah’ın güzelliğini, tecellisini akıl gözüyle göremeyenler, bela ve musibetleri iman sahiplerinden farklı karşılarlar. Yaşadıkları olaylardaki zorlukların nedenini akledemedikleri için, sürekli yanıp yakınırlar; süründüklerini, acı çektiklerini anlatırlar. Hastalıklarından, hayat pahalılığından, çektikleri acılardan söz ederler. Sıkıntılar ancak imanın nuruyla, Kuran’ın ışığıyla dağılabilir. İnsanın kendisini bu şekilde ezmesi, acı çektirmesi doğru değildir.

Kuşkusuz Yüce Allah'ın Katında takdir ettiği sonuç gerçekleşecektir. İmtihana isyan eden kişiler, Allah'ın kendileri için hikmet ve hayırla yarattığı zamanları değerlendirememiş, ecir kazanamamış ve kayba uğramışlardır.

Yüreği Allah aşkıyla dolu insanın imtihan gereği yaşadığı çile, sevgisini vurgulama imkânı verdiğinden, Allah’tan nimettir, güzelliktir. Allah’ın rızasını kazanma yolunda ilerlerken çekilen çileler sağlık verir, insanın şevkini artırır. Allah’ın yolunda yürümekten kaçınanlar ise türlü hastalıklar yaşar, çökerler. Allah kalplerine rahatlık ve huzur vermez; sürekli bir azap ve eziyet içinde ömür tüketirler.

Rabbimiz tevekkülümüze şahit olmamız için bizi imtihan eder. Teslim olmamız için bela verir, hastalık verir, ayaklarımızın yere basması için dertler verir. Çilenin yıprattığı düşünülür, oysa çile insanı inceltir, ruhunu olgunlaştırır.

İnsan, günün her anında bela gelebileceğini aklından çıkarmamalı, hazır olmalıdır. İnanan insan imtihana talip olur; imtihanda Rabb’ini gördüğünde, imtihanını sever. Dünyada yaşadığımız imtihanların ise, sonsuz ahireti düşündüğümüzde hiçbir önemi yoktur.

Cennet aşk ehli içindir; Rabb’ine deli aşık olan insan cennetten zevk alır. Acılardan geçtikten sonra ise cennetten alınacak zevk daha fazladır.


Dost Olarak Allah Yeter




Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter.


Evrendeki herkes ve herşey varoluşunu Allah'a borçludur. Tüm varlıkları Allah yaratmıştır, sürekli yaratmaktadır ve dilediği anda da yok edebilir. Allah herşeyin tek ve gerçek sahibidir. Ve iman eden kulunun tek dostu da Rabb’idir. Allah’ı dost, veli ve vekil edinen mümin hayatı süresince sıkıntı ve üzüntüden uzak yaşar. Çünkü en büyük dostunun yardımı ve desteği onunladır. Allah dostu olduğu kullarının üzerine "güven duygusu ve huzur” (Tevbe Suresi, 26) indirir. “Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı)…” (Kehf Suresi, 14) rapteder.


Mümin, Rabb’inin hoşnutluğu için yaptığı küçük büyük her işte O’nun kendisini gördüğünün, fazlasıyla karşılığını alacağının bilincinde olduğundan huzurludur. Allah kendisini görünmeyen ordularla ve meleklerle destekler,"önünden ve arkasından izleyenleri" vardır ve bunlar kendisini "Allah'ın emriyle gözetip korumakta"dırlar. (Rad Suresi, 11) Ayrıca mümini huzurlu kılan Allah yolunda yapılan mücadelede müminlerin her zaman galip geleceklerini bilmekten kaynaklanan güven duygusudur. Mümin kadere ve Allah’ın buyruğunun her an indiğine iman eder ve Rabb’inin kendisine güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyeceğini de bilir. Müminlerin içinde bulundukları bu tevekküllü ruh haline Kuran'da dikkat çekilir.


"De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe Suresi, 51)
Kuşkusuz Allah'ın dostluğu insanlarınkine benzemez. O kimi dost edinmişse, o kişiyi dünyada ve ahirette olabilecek en üstün nimete kavuşturmuştur. Herşeyi yaratan Rabbimizin, yarattığını dost edinmesi ise çok büyük bir lütuftur.

Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 257)


İnsanın dünyada ve ahirette tek gerçek dostu; müminlere hayır yolları açan ve onları başarılı kılan Allah’tır. İman eden kullarını asla terk etmez, her zorlukta yanlarındadır ve onlara yardımcıdır. Tevekkül edenlerin işlerini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini temin eder. İyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren, sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya tek layık olan Allah, doğduğu andan sonsuza kadar her an kuluyla birliktedir. Kendisine ihtiyaç olunan ve Kendisinden yardım beklenen Rabb’i onu düşmanlarına karşı korur. O herkesten daha güvenilirdir; hayırda ve şerde kulunun yolunu kolaylaştıran, dinde kolaylık veren, hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemeyen Allah müminlerin en güvenilir dostudur. Kendisi'ne inananları kusur ve ayıptan, hatadan, manevi kirlerden temize çıkarır, arındırır. Onlara ahirette huzur dolu ve hiç tükenmeyecek bir yaşam müjdeler.


İnsan yaşamı süresince gerçekten güven duyacağı, zor zamanlarda yardım edecek, zengin ve güçlü birinin arayışı içindedir. Ancak çoğu insan bu arayış sırasında yanılgıdadır. Kendisini yaratan, yeryüzünü yarattıkları için yararlı ve elverişli kılan sonsuz güç sahibi, her şeye gücü yeten Rabb’ini unutur. Kendisini aydınlıklara çıkaracak olan Allah’ı değil, karanlıklara sürükleyecek olan şeytanı dost edinir. İşte düştüğü yanılgı kişinin sonsuz azapla son bulacak olan karanlık, bela ve engebelerle dolu yaşamının başlangıcıdır.


Allah’a teslim olan insan Rabb’ine adar gününü. Allah dostuysa attığı her adım ecir olur. Güvenip dayanacak, yardım umacak tek dost olarak Rabb’bini seçen mümin, artık içinde hiç yenilgi olmayacak hayırlı bir yaşamın içine girmiştir.

Kadınlar


Yüce Allah’ın Kuran’da erkek ve kadın için tavsiye ettiği üstün ahlak özellikleri aynıdır. Mümin kadının yaşamı Allah sevgisi ve korkusu üzerine kurulmuştur ve öncelikli hedefi Rabb’inin hoşnutluğunu kazanmaktır:


"Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz." (Nahl Suresi, 97)


Mümin kadın ‘boş’ işlerle zamanını geçirmez, her işinde gerçek amacı, "Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır." (Al-i İmran Suresi, 114) ayeti gereğince Allah’ın hoşnutluğudur.

Kuran’a tabi olan mümin kadın eşini ve arkadaşlarını da Kuran ahlakını yaşayan insanlardan seçer. Allah’ı seven ve O’nun sınırlarını koruyan kimselerle birlikte olur. Dünyevi hiçbir şey, onun için Allah’ın rızasını kazanmaktan daha önemli değildir:


De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)


Sahip olduğu Kuran ahlakı, Allah’ın Kuran’da koyduğu emir ve yasaklara uygun yaşayan mümin kadına, güçlü ve sağlam bir kişilik kazandırır. "... Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz..." (Müminun Suresi, 71) ayetiyle haber verildiği gibi, Kuran ahlakının getirdiği 'şan ve şeref' nedeniyle, inanan kadının onurlu bir karakteri vardır. İnanan insanlar, toplumun ve ailelerinin telkinlerini kıstas olarak kabullenmez ve Allah’ın beğendiği mümin karakterini yaşarlar.


Yüce Allah ayrıca Kuran ile kadını ve kadın haklarını koruma altına almış, toplumda olması gereken saygın bir yer kazandırmıştır. Tüm bunlar Allah'ın kadınlar üzerindeki sonsuz rahmetidir.


Toplumda Kadın

Dinden uzak yaşayan toplumlarda ise, kadın ya da erkek her insana bebeklik çağından itibaren yapılan yüzlerce telkin vardır. Biçilen evlenip anne olma rolü gereğince, kız çocuklarının oyuncakları hep bebeklerdir. Büyüyüp genç kız olduğunda da artık evlenme çağının geldiği telkinleri başlar. Adaylarda yakışıklılık, iyi bir iş, ev ve araba sahibi olması gibi özellikler aranır.
Sonunda aranan özelliklerde bir genç bulunur. Genç kıza erkekte çekici gelen; görünüşü, arabası, kaliteli giyimi ya da yalnızca zengin olmasıdır. Kaçırılmayacak bir fırsattır bu ve genç kız yakınları tarafından da bu birlikteliğe adeta itilir. Erkek de acaba evi, arabası olmasaydı ya da fakir olsaydı onu beğenip beğenmeyeceğini düşünmez.


Aldıkları yanlış telkinler yüzünden, genç kızlar hep zengin ve yakışıklı birini aramaktadırlar. Kişinin karakteri, Allah’a bağlılığı, hiçbir şekilde önemsenmemektedir. Oysa Kuran’da gerçek üstünlüğün takva olduğu, "Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır…" (Hucurat Suresi, 13) ayetiyle haber verilmektedir. Söz ettiğimiz gibi, daha baştan yalanlar ve maddi çıkarlar üzerine kurulan evlilik, kadını da erkeği de mutsuz ve azap dolu bir yaşama sürüklemektedir.


Kuran ahlakından uzak toplumlardaki evliliklerin çoğu, eşlerin birbirine rol yaptığı, sahte sevgilerin yaşandığı eziyet veren beraberliklerdir. Bu eşlerin yaşadığı evler adeta bir tiyatro sahnesidir; kötü bir oyundur oynanan ve ikisinin de canı yanar, ancak bitmez, aynı şekilde sürer gider.


Oysa gerçek mutluluk; gerçek aşkı, yani Allah’ın güzel tecellisini eşinde aramak, samimi ve dürüst olmak, Allah’tan çok korkmak ve çok sevmektir. Bu, Allah’ın bir nimetidir ve yalnızca samimi inanan insanlara sunulur.


İman Eden Kadın


İnsanlar doğru sözlü kişiden hoşlanırlar. Doğru konuşmak, hem kadın hem erkek için çok etkileyicidir. İman eden kadını güzelleştiren aklı ve samimiyetidir. Samimi iman eden bir kadın çok etkileyicidir; gerçek sevgi, doğallık ve samimiyetin içinde saklıdır.


İnanan kadının bir özelliği de, kıskançlık ve rekabet gibi duygulardan arınmış olmasıdır. Erkeklerle bir eşitlik mücadelesini değil, 'hayırlarda yarış'ı benimser. Mümin kadın, Yüce Allah'a yakın olabilmek için, bu imani yarışta gücü yettiğince çaba harcar. Rabbimiz Kuran'da, kadın ya da erkek, her mümine şu özelliklere sahip olması gerektiğini bildirmektedir:
Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 71)


Kur'an’da Söz Edilen Kadınlar


Rabbimiz Kuran’da, Hz. Meryem'i seçtiğini ve onu tüm kadınlara üstün kıldığını, "Hani melekler: 'Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı' demişti." (Al-i İmran Suresi, 42) ayetiyle bildirmektedir. Hz. Meryem’e ,"Hani Melekler, dediler ki: 'Meryem, doğrusu Allah Kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette 'seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır…" (Al-i İmran Suresi, 45) ayetiyle bildirildiği gibi Cebrail aracılığı ile Hz. İsa müjdelenmiştir. Hz. Meryem, Allah'ın bir mucizesi olarak, insan eli değmeden hamile kalmış ve böylece Hz. İsa doğmuştur. Allah'ın yarattığı kadere içten boyun eğen Hz. Meryem, tüm iftiralara karşı Allah'a teslim olmuştur. "… 'Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın. Ey Harun'un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, utanmaz (bir kadın) değildi." (Meryem Suresi, 27-28) şeklindeki ağır sözlere rağmen insanların düşüncelerini önemsememiştir. Tevekkülünün ve sabrının karşılığı olarak Rabbimiz, Hz. İsa'yı beşikte konuşturmuş ve Hz. Meryem’i iftiralardan temizlemiştir.


Rabbimiz Kuran’da, Firavun'un karısının üstün ahlakını da örnek göstermektedir. Firavun, Mısır'da zalimliği ve halkına uyguladığı şiddetle tanınır. Karısı da, Firavun'un bu zorbalığına ve inkarına en yakın tanıktı. "... Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı." (Yunus Suresi, 83) ayetiyle bildirildiği gibi, erkek çocukları öldürüyor ve halka işkence yapıyordu.


Rabbimiz, Firavun'u uyarmak amacıyla Hz. Musa'yı göndermiştir. Ancak, "Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı..." (Yunus Suresi, 83) ayetiyle bildirildiği gibi, Hz. Musa'ya iman edenler çok az sayıdadır. İnsanlar Firavun'un zulmünden korktuklarından iman etmezken, Firavun’un karısı korkmamış, Allah’ın yakınlığını kazanmayı seçmiştir. Onun samimi imanı "... Hani demişti ki: "Rabbim bana Kendi Katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar." (Tahrim Suresi, 11) ayetiyle haber verilmektedir.


Kuran’da Hz.Musa’nın annesinden ve yaşadığı imtihandan da bahsedilir. Allah, Firavun’un zulmünden korumak için Hz. Musa’yı bir sandıkla nehre bırakmasını ona vahyetmiştir. Allah’a teslimiyetini kanıtlayan Hz. Musa’nın annesi, bu zor imtihandan sonra, Allah’ın vaadi sonucu çocuğuna kavuşmuştur:


Böylelikle, gözünün aydın olması, üzülmemesi ve gerçekten Allah'ın va'dinin hak olduğunu bilmesi için, onu annesine geri vermiş olduk. Ancak onların çoğu bilmezler. (Kasas Suresi, 13)


Kuran’da Sebe Melikesinden de söz edilir. Onun kıssasında sanat ve estetiğin kadınları nasıl etkilediğini görürüz. Hz. Süleyman’ın muhteşem sarayındaki etkileyici cam zemini gördüğünde, Sebe Melikesinin, “…zaten biz Müslüman olmuştuk” (Neml Suresi, 42) şeklindeki sözlerinden bunu anlamaktayız.


Kuran’da eşindeki Allah aşkını, derin sevgiyi görmeyen kadınlardan da söz edilmektedir. Örneğin Hz.Nuh’un ve Hz.Lut’un eşleri iman etmemişlerdir. Onlar –Allah’ın dilemesiyle- şeytanın pisliklerini ve çirkinliği güzellik olarak görmüşlerdir.


Sonuç Olarak;


Mümin kadın, etrafına Allah aşkıyla baktığından her yerde Allah’ın tecellilerini görür. Bir çocuğa baktığında, yüreğinde şefkat ve merhamet duyguları oluşur. Mümin kadınların, din ahlakından uzak yaşayan toplumlarda kadınlara yaşatılan sıkıntılardan ve eziyetlerden uzak bir yaşamları vardır. Allah'ın, "Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz." (Nahl Suresi, 97) ayetiyle mümin kadınlara ve mümin erkeklere vadettiği gibi, güzel bir yaşam sürerler. Ahirette alacakları karşılık ise –Allah’ın dilemesiyle- bitip tükenmeyecek rızıklarla dolu sonsuz mutluluk yurdu olacaktır.


Adn cennetleri; kapılar onlara açılmıştır. İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda birçok meyve ve şarap istemektedirler. Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş yaşıt kadınlar vardır. İşte hesap günü size va'dedilen budur. Şüphesiz bu, Bizim rızkımızdır, bitip tükenmesi de yok. (Sad Suresi, 50-51-52-53-54)