11 Haziran 2011 Cumartesi

Şu An Rüya Görüyor Olamaz mıyız?


Şu anda karşınızdaki bilgisayar ekranının, yazı ve resimleriyle, parlak ve canlı renkleriyle, aslında beyninizde izlediğiniz üç boyutlu bir görüntü olduğunu biliyor musunuz?


Dokunduğunuz klavyenin, parmaklarınızın üzerinde gezindiği tuşların da aynı şekilde beyninizde dokunduğunuz klavyeye ait olduğunu?..


Söz ettiklerimiz bir varsayım değil, bilimsel gelişmelerle ortaya konmuş kesin bir gerçektir. Örneğin, ekrana baktığınızda yansıyan ışık, gözünüzün retina hücreleri tarafından elektrik sinyallerine çevrilir. Optik sinirler aracılığıyla iletilen bu sinyaller, monitörün şekli, görüntülerin rengi hakkında bilgileri beynin görme merkezine taşırlar. Sinyaller, burada yorumlanır, anlamlı bir bütün haline getirilir; böylece izlediğiniz görüntü sizin için, ışığın asla giremediği başınızın içindeki karanlıkta yeniden inşa edilir. O halde, gözünüzle gördüğünüz düşüncesi aslında gerçekleri yansıtmaz. Gözler yalnızca gelen ışığı elektrik sinyaline çevirir.


Karşınızda olduğunu düşündüğünüz ekranın görüntüsü de zannedildiği gibi sizin dışınızda değil, aksine içinizdedir. Hatta zihninizdeki bu görüntünün, dış dünyada maddesel bir karşılığı olup olmadığından, gerçekliğinden de hiçbir zaman emin olamaz, bilgisayarın dışarıdaki aslına da asla ulaşamazsınız. Tuşları elinizle hissediyor olduğunuz için klavyeyi dışınızda zannedebilirsiniz. Oysa bu his de, aynen görme algısında olduğu gibi beyninizde meydana gelir. Derinizdeki sinirler uyarılır, bu uyarılar elektriksel sinyaller halinde beyne ulaşırlar. Beyindeki dokunma merkezine ulaşan bu iletiler dokunma, sertlik-yumuşaklık, sıcaklık-soğukluk gibi hisler olarak algılanır. Gerçekte ise, hiçbir zaman beyninizde izlediğiniz görüntünün dışarıdaki aslına dokunamazsınız.


Bu durum diğer tüm duyular için de geçerlidir. Örneğin, titreyen bir keman teli havada basınç dalgaları oluşturur. Bu dalgalar iç kulaktaki tüycükleri uyarır ve yine titreşimler elektrik uyarıları şeklinde beyninizin ilgili merkezine ulaşır. Sinyallerin beyinde yorumlanması sonucunda da, keman sesi duyduğunuz hissini yaşarsınız.


Koku algısı için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bir portakal kabuğundan çıkan kimyasal moleküller burundaki koku algılayıcılarını uyarır. Buradan yine elektriksel sinyaller olarak beyne iletilir, orada yorumlanırlar. Özetle, algıladığımız her şey, beynimizde bize özel oluşturulur.


Algıladığımızı zannettiğimiz tüm çevre, zihnimizde oluşan renkler, şekiller, sesler ve kokulardır. Bütün bu görüntüleri, sesleri, kokuları yorumlayan ise Allah’tan bir parça taşıyan ruhumuzdur. Şu kesin bir gerçektir ki; izlediğimiz görüntülerin dışarıdaki maddesel karşılıklarından emin olamaz, algıladıklarımızın dışarıdaki karşılıklarına asla ulaşamayız. Çünkü beynimizin dışına çıkıp neler olduğunu bilemeyiz. Bizim muhatap olduğumuz, yalnızca dışarıdaki maddelerin beynimizdeki kopyalarıdır.


Rüyada mıyız?


Dünyayı algılayış şeklimizin, içinde bulunduğumuz durumun rüyalarımızdan pek farklı bir yanı yoktur. Rüyada da etrafımızdaki olayları, vücudumuzu, ses ve görüntüleri algılarız. Sevgi duyarız, düşünürüz, korkar, öfkeleniriz. Arkadaşlarımızla konuşur, onlarla aynı yemekleri yer, alışveriş yapar, beğendiğimiz giysiye dair görüşlerini alırız. Aniden bastıran yağmurdan korunmak için aynı şemsiyenin altına gireriz. Kısacası rüyamızda da maddesel bir dünya içinde yaşadığımızı zannederiz. Uyanıp herşeyin bir rüya olduğunu anladığımızda ise, yaşadıklarımızın aslında fiziksel bir gerçekliği olmadığını; tümünün zihnimizde yaratıldığını fark ederiz. Uyanık olduğumuzu düşündüğümüzde ise, dünyanın kesin gerçek olduğu kanısına varırız. Ancak uyanık olduğumuz zamanki herşey de, aynen rüyamızda olduğu gibi zihnimizde yaşanır.


O halde, şu anki algılarımızın da bir rüya olmadığına nasıl emin olabiliriz? Şu an uyanık olduğunuzu düşünmenizin nedeni, baktığınız ekranı dokunduğunuzda hissetmeniz, okuduklarınızı yorumlayabilmeniz gibi nedenlerdir. Fakat bunların hepsi, odanızdaki eşyalar, oturduğunuz sandalye, tümü beyninizde izlediğiniz kopyalardır.


Size "şu anda uyanık mısınız, yoksa rüyada mısınız?" diye sorulsa, uyanık olduğunuzu söylersiniz. Bu sorunun size rüyanızda da sorulduğu olmuştur. Rüyanızda verdiğiniz cevap da muhtemelen uyanık olduğunuz yönündedir. Ancak, uyandıktan sonra cevabınızın yanlış olduğunu anlamışsınızdır. Aynı yanılgıya şu anda da düşüyor olabilir misiniz?…


Şu anda da rüya görüyor olamaz mısınız?

Şimdiye kadar olan tüm yaşamınız bir rüya olamaz mı?

İçinde yaşadığınız dünyanın gerçekliğinden emin misiniz?

Ya gerçekliğinden asla kuşku duymadan sımsıkı bağlandığınız dünya hayatı kısacık süren bir rüya ise?..

Ve Peygamber’imiz’in (sav) bir hadisindeki gibi uykudaysak ve ölümle uyanarak sonsuz yaşamımıza başlayacaksak?..

30 Mayıs 2011 Pazartesi

O Tek Yarattıkları Çift




Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) Yücedir. (Yasin Suresi, 36)






Dinin temeli, Allah’ın varlığını bilmek ve O’ndan başka İlah olmadığını kavramaktır. İslam dini, bu en büyük gerçeğin bir insanın tüm yaşamına hakim olması ve tüm yaşamını bu gerçek üzerine kurması demektir. Yüce Allah, tek olan, Zatında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde, asla ortağı veya benzeri, dengi bulunmayandır; Vahid’dir.






Sizin ilahınız tek bir ilahtır; O’ndan başka ilah yoktur; O, Rahman’dır, Rahim’dir (bağışlayan ve esirgeyendir). (Bakara Suresi, 163)






Allah, içinde yaşadığımız evrenin yaratıcısıdır. Evren yaratılmadan önce, maddesel anlamda hiçbir şey yoktu. Evrenin yaratıldığı anda; zaman, madde ve mekân yaratılmıştır. Allah, bunların hiçbirine tabi değildir. O ezeli ve ebedidir; “Ol” buyruğuyla yaratandır. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)






Allah, pekçok insanın zannettiğinin aksine, yarattığı her şeyi sürekli kontrolü altında tutar. Uzaydaki olağanüstü sistemler ve dengelerden, insan bedenindeki mükemmel işlemlere kadar tümünü an an yaratan ve denetiminde tutan Yüce Rabb’imizdir. O, hiç kuşkusuz tüm eksikliklerden, acizliklerden münezzehtir. Evrendeki herşey Yüce Allah’ın eseridir, O, tek Yaratıcı, tek güç ve kudret sahibidir. De ki: O Allah, birdir.Allah, Samed’dir (herşey O’na muhtaçtır, daimdir, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır).O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir. (İhlas Suresi, 1-4)






Allah tüm evreni yoktan var eden, tüm evren üzerinde mutlak hakimiyet sahibi olandır. Göklerin ve yerin mülkü yalnızca O’na aittir. Allah her yerdedir. Her varlık Allah’ın tecellisidir; O, üstün güç ve kudretini, yaratma sanatını, dilediği varlıkta dilediği şekilde göstermeye kadirdir. İnsanlar, hiçbir zaman Allah’ın Yüce Zatı’nı göremezler, ama O’nun tecellileriyle her an muhataptırlar. O, evrende var olan her şeyi, tüm varlıkları sarıp kuşatmıştır. Bazı insanların düşündüğü gibi gökyüzünde, evrenin uzak bir yerinde değildir; Allah her yerdedir ve herşeyi kuşatmıştır. O, asıl ve tek mutlak varlıktır.






Allah... O’ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun Katı’nda şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)






Allah’ın Birliğini, büyüklüğünü ve yüceliğini anlayamamak, O’nun İlahi gücünü kavrayamamaktır. Allah dışında hiçbir varlık, Güneş’i batıdan getiremez, kimse uzayda akıl almaz bir hızla genişleyen evreni durdurmaya güç yetiremez, kimse göğü ve yeri tutamaz ve kimse yoktan bir hiçbir şey yaratamaz. Bunları ancak evrende tek olan ve eşi bulunmayan Allah yapar. Yaratan’la yaratılan ise asla eşit değildir.






... Yoksa Allah’a, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: “Allah, herşeyin Yaratıcısı’dır ve O, tektir, kahredici olandır.” (Rad Suresi,16)






Yüce Allah dünya hayatındaki çiftleri zıddıyla birlikte yaratır; her şey zıddı ile bilinir. Gece-gündüz, güzel-çirkin, sıcak-soğuk, aydınlık-karanlık, temiz-kirli, yeni-eski, genç-yaşlı dünyada tümü bir aradadır. Aynı şey insanlardaki ahlâk özellikleri için de geçerlidir.






İnsanın nefsinde ruhu kirleten cimrilik, bencillik, kıskançlık, ümitsizlik gibi birçok eğilim vardır. Nefse hem fücur hem de ondan sakınma, yani vicdanı ilham edilmiştir. Fücur, günaha, isyana, yalana, baş kaldırıya ve Allah’tan yüz çevirmeye yönlendirir. Yani nefsimizde iki ayrı özellik bir aradadır: Kötülüğe eğilim ve kötülüklerden sakınmaya yönlendiren vicdan.Vicdanının işaret ettiği doğru yolun sonu insanı sonsuz mutluluk yurdu cennete, şeytanın etkisindeki nefsinin bencil tutkuları ise sonsuz azap yurdu olan cehenneme ulaştıracaktır. O halde cennet ve cehennem, Allah’ın ahirette yarattığı çiftlerdir.






Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) Yücedir. (Yasin Suresi, 36) ayetinde geçen çift kavramı, erkeklik–dişilik anlamındadır ancak ayette söz edilen "bilmedikleri nice şeylerden" ifadesi daha geniş bir anlam içerir. Ayetin işaret ettiği farklı bir anlam da son dönemde ortaya çıkmıştır. Maddenin çiftler halinde yaratıldığını ortaya koyan Paul Dirac, 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazanmıştır. "Parité" adı verilen buluş, maddenin anti-madde denilen bir çifti olduğunu ortaya koymuştur. Antimadde, maddenin tersi özellikler taşır. Örneğin maddenin tersine antimaddenin elektronları artı, protonları da eksi yüklüdür.






Bilimsel bir kaynakta bu konu şöyle ifade edilir:"...Her parçacığın zıt yükte bir antiparçacığı vardır. Kararsızlık ilişkisi bize bu çiftlerin varoluşu ve yok oluşunun her yerde ve her zaman aynı anda oluştuğunu göstermektedir". (Nothingness: The Science of Empty Space, Henning Genz, s.205)






Yaratılıştaki çiftlere bir örnek de bitkilerdir. Bitkilerde cinsiyet ayrımı olduğu ancak 100 sene önce anlaşılmıştır. Oysa bitkilerin çiftler halinde yaratıldığı, 1400 sene önce indirilen Kur’an’da vurgulanır."O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik." (Lokman Suresi, 10)






Yüce Allah adeta Tekliğini vurgular gibi, her şeyi çift yaratmıştır. Bu, üzerinde derin düşünmemiz gereken bir özelliktir; . Tüm bu çiftlerin/zıtlıkların yaratılış hikmeti ise aralarında kıyas yapabilmemiz, şükretmemiz ve güzel ahlaka yönelmemiz için birer vesiledir. Allah Kur’an’da bu konuya dikkat çeker ve düşünüp öğüt almamızı buyurur:






Ve Biz, herşeyi iki çift yarattık. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürsünüz. (Zariyat Suresi, 49)

12 Mayıs 2011 Perşembe

İstek ve Tutkular

Kur’an ahlakının yaşam için ne denli önemli olduğunun bilincinde olmayan insanlar, dinin ancak bazı konularda hayatlarına yön verebileceğini zannederler. Yalnızca zorluk zamanlarında, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya geldiklerinde, ciddi hastalık geçirdiklerinde, güç yetiremedikleri bir korku yaşadıklarında ya da ölümle karşılaştıklarında Allah’a sığınırlar.



Kendi belirledikleri sözde doğru ve yanlışlara göre yaşayan kimseler, hayatın en önemli konusu olan ahiret hakkında duyarsız ve umursamaz bir davranış sergilerler. Ancak bu seçim, onlara hem ahiretlerini kaybettirir hem de dünyada güzel bir yaşamdan yoksun bırakır. Yaşamın amacı aynı görüşte olan bu kişiler için birbirinden farklı değildir: Sınırlı dünya hayatını kendilerince olabilecek en iyi koşullarda yaşamak...



Söz konusu kişiler din ahlakından hayatları boyunca olabildiğince uzak durur, dini konularda konuşmamaya özen gösterirler. Hatta güzel ahlak göstermeyi, özverili davranmayı bir zayıflık ve saflık olarak görürler. Onlara göre, insan ne kadar özveride bulunursa bulunsun, karşılığında vicdansızlık bulur; dolayısıyla özveride bulunmak akılsızlıktır. Hiçbir çıkarı yokken bir başkasına iyilik yapmak ve yaptığı için karşılık talep etmemek iyi niyetli de olsa saflık değil de nedir?.. Bencillik bencillikle, kin kinle, düşmanlık düşmanlıkla, sevgisizlik sevgisizlikle, saygısızlık saygısızlıkla karşılık görmelidir; bu kişilere göre hayatın gerçek yüzü budur.



Vicdanları onaylamasa da birçok insan, çoğunluğun yaşam tarzına ayak uydurmaya kendisini zorunlu hisseder. "Madem bu toplum içinde yaşıyoruz, toplumun koyduğu kurallara ve belirlenmiş yaşam şekline uymak zorundayız " diye düşünürler. Toplumun bireylerini hoşnut etmek en önemli görevlerinden biridir.




Oysa çoğunluğun yöneldiği yaşam şekli -eğer Kur’an ahlakı dışında bir yaşamsa-, uydukları kural ve yaptırımlar insanları doğruya ulaştırmaz. Aksine Kuran’da, "Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ’zan ve tahminle yalan söylerler. (Enam Suresi, 116) ayetiyle çoğunluğa uymanın, insanı yoldan saptıran bir tehlike olduğu haber verilir.




Bu batıl ve şeytani sistemde yaşayan kişiler samimi müminlerin uyarılarını; " Bunca insan yanılıyor mu, bu zamana kadar bunu kimse fark edemedi de şimdi sen mi fark ediyorsun..." gibi tepkileriyle etkisiz hale getirmeye çalışırlar. Böyle davranarak inanan insanları sindireceklerini zannederler. Ancak bu yöntem, batıl inanç sistemlerinde geçerlidir. Samimi müminler bu tarz tepkilerden Allah’ın izniyle etkilenmez, sabırla uyarmaya devam ederler. İslam ahlakını yaşamaktan insanları alıkoyan en önemli unsurlardan biri, akıl ve vicdanla değil, nefisle düşünmektir. Hak olana değil, batıla uymaları, hem kendilerine hem de etraflarına maddi manevi büyük sıkıntılar verir ...





Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim’in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir… (Yusuf Suresi, 53)



Kur’an ahlakı, insan yaratılışına en uygun olandır. İnsanı yaratan Allah, onun fıtratına en uygun yaşamı da Kur’an’da haber verir. Her insanın kendi mantık örgüsüne ve birikimine göre yaptığı değerlendirmeler sıkıntı getirir. Kur’an ahlakını yaşamayan insan bencildir; herşeyde kendi nefsinin isteklerini gözetir. Ancak nefsin tutkuları doymak bilmez, insanı azgınlaştırır. Yoksa insana ’her arzu edip dilekte bulunduğu’ şey mi var? (Necm Suresi, 24) ayetindeki gibi, istekleri bitmez, insanı bataklığa sürükleyecek kadar tutsak eder.




Nefsinin isteklerine ters bir durum geliştiğinde, bu kişilerde ani tepkiler oluşabilir. Bu durum insanı bencil, sevgisiz, kibirli, insaniyetsiz hale getirir. Söz konusu kimseler en çok kendilerini severler. Yakınlarına, arkadaşlarına, ailelerine olan sevgileri bile kesinlikle nefislerine uygun olmalıdır. Sevgilerinde Allah’ın hoşnutluğunu ve rahmetini gözetmez, dünyevi çıkar ve beklentilere göre hareket ederler. Gerçek din ahlakını yaşamak, Allah’ın emrettiği ahlaka ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetine uymakla mümkündür. Allah, "...Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma..." (Maide Suresi, 48) ayetiyle müminlerin ölçüsünün ve rehberinin Kur’an ahlakı olduğunu bildirir. Bundan başka yol aramak, doğruya götürmez, kurtuluşa ulaştırmaz.



Çünkü; "... (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir ." (Kasas Suresi, 83)

8 Mayıs 2011 Pazar

Batıl Uzak Doğu Dinleri

İnsanların büyük çoğunluğu, yeryüzünde yaşanan kargaşanın, kavgaların, savaşların, sıkıntıların, samimiyetsizliğin, bencilliğin sona ermesini, huzur, barış ve mutluluk içinde bir yaşama ulaşmanın yollarını arar. Bu arayış içindeki bazı kişiler özlemini duydukları yaşamı, insanlar tarafından oluşturulmuş batıl dinlerde bulabileceklerini düşünürler. Oysa yalnızca dünyada ve ahirette sonsuza dek sürecek bir yaşam, ancak Kur’an ahlâkının gereğince yaşanmasıyla umut edilebilir.






Söz ettiğimiz batıl dinler Doğu dinleridir ve pek çok sapkın inanç içerirler. Ancak insanların birçoğu, bu görüşlerin iç yüzlerini detaylı olarak bilmezler.








Yahudilik, Hıristiyanlık -ilk vahyedildikleri durumları- ve İslamiyet gibi vahye dayalı dinler, insanları aydınlık, huzur, barış ve güven dolu bir yaşama çağırırlarken, genellikle Doğu dinleri olarak bilinen çarpık inanışlar, dünyadan tamamen uzaklaşıp sefil koşullarda yaşamayı, her yönüyle batıl, kasvetli bir yaşamı önerirler. Bu sapkın dinin bireylerinin asıl ve en önemli yanılgıları ise Allah’ın mutlak varlığını kabul etmeyip, kendi yaptıkları putlara tapmaları ve bu putlardan yardım ummalarıdır. İnsanın kendi yaptığı bir puta güç atfetmesi, o putların yardım edebileceğini ya da cezalandırabileceğini zannetmesi, ondan korkması ya da saygı göstermesi büyük bir sapkınlık ve akılsızlıktır.








"Siz yalnızca Allah’tan başka birtakım putlara tapıyor ve birtakım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah’tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah’ın Katında arayın, O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz O’na döndürüleceksiniz." (Ankebut Suresi, 17)








Hinduizm, Budizm ve Caynizm gibi sapkın Doğu dinlerinde Karma inancının çok önemli bir yeri vardır. Karma yanılgısına göre, bir insan geçmişte ne yapmışsa, gelecekte onu görür.








Karmanın temelinde reenkarnasyon inancı bulunur. Bu çarpık inanç, insanın ölümünden sonra dünyaya tekrar başka bir bedenle geldiğini ve bu ölüp dirilmenin sürekli devam ettiğini iddia eder.








Önceki yaşamında iyi bir insan olan kişinin, bugünkü yaşamında zenginlik ya da başarıyla ödüllendirildiği zannedilir. Geçmiş yaşamında kötülükler yapan kişinin ise, sonraki yaşamında karşılığını fakirlik, mutsuzluk şeklinde aldığı iddia edilir. Hatta bu sapkın görüş, insanın yaptığı kötülüğe göre sonraki yaşamında hayvan ya da bitki olabileceğini ileri sürer.








Karma’nın öğretilerinde kadere iman yoktur. Bu batıl inanışa göre, her insan kendi kaderini kendisi belirler. Herkesin yaşam şekli, bir önceki yaşamındaki davranışlarına bağlıdır.








Karma felsefesi, insanlara yaptıklarının karşılığını veren bir sebep-sonuç kanunu bulunduğunu iddia eder. Ancak bu kanunu belirleyen ve uygulayan bir Yaratıcı olduğunu kabul etmez; kanunun kendi kendine işlediği zannedilir. Oysa bir kanun varsa- metafizik de olsa- bunu düzenleyen bir güç ve irade olmalıdır.








Söz ettiğimiz bu felsefenin mensuplarının, insanları sorgulayıp yargılayacak Yüce Allah’ın varlığına inanmadıkları halde, yapılanların karşılığının alınacağına ve sonraki yaşamın buna göre belirleneceğine inanmaları ilginçtir.








Dahası o kişinin bu dünyadaki davranışlarını gözlemleyen, iyi ya da kötü olduğuna karar veren ve bir sonraki yaşamını buna göre düzenleyen kimdir?








Karma felsefesine dayalı sapkın dinlerin bireylerinin bu sorulara cevap bulmaları imkansızdır. Tüm bu cevabı olmayan sorular, batıl dinlerin ne denli akıl ve mantık dışı olduklarının kanıtıdır. İnsanlara kurtuluş yollarını gösteren, onları ölümden sonraki sonsuz yaşamları konusunda uyaran, Allah’ın hoşnutluğunun ve cennetinin nasıl kazanılacağını işaret eden tek yaşam rehberi Kur’an’dır. İslam dini de, Allah’ın insanlar için seçip beğendiğini bildirdiği tek dindir.








"Kim İslam’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır." (Al-i İmran Suresi, 85)








Bu inanışlara sahip insanların yaşadıkları batıl hayat, Allah’a kulluk ve ibadet etmek yerine gerçekleştirdikleri sapkın ritüeller ve körü körüne uydukları çarpık din, kendilerini hem dünyada hem de sonsuz ahirette büyük kayba uğratacaktır. Gerçekleri görmeleri ve tüm batıl inanışlarını bırakıp Yüce Allah’a teslim olmaları en güzel davranış olacaktır.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Zorluklar... Kolaylıklar

Dünya hayatındaki imtihanın gereği olarak inananların karşılaşacağı pek çok zorlu olay yaratılır. Ancak Allah’ın her olayı hayırla yarattığını unutmamak gerekir. Yaşanan tüm olaylar bir hikmet üzeredir ve mükemmeldir.





İnkar edenlerin müminlere tuzaklar ve hileli düzenler kurmaları da Allah’ın kanunudur. Tüm bu tuzaklar, imtihanın bir gereğidir. Kurulan tuzaklar, bazı durumlarda hemen bozulmayabilir; tuzakların bozulması ve gerçeklerin ortaya çıkması çabuk gerçekleşemeyebilir. Müminin üzerindeki sorumluluk; ne kadar sürerse sürsün her imtihana Rabb’i için güzel bir sabır göstermek, Allah’a tevekkül etmek, O’ndan hoşnut olmaktır.






Müminler, Allah’ın çok detaylı yarattığı kader dahilinde türlü zorluk ve sıkıntılarla karşılaşırlar. Kur’an’da da söz edildiği gibi peygamberler ve beraberlerindeki tüm inananlar benzer imtihanlar yaşamışlardır. Ancak örgütlenen bütün düzenler belirli bir süre devam etmiş, Allah’ın takdir ettiği süre geldiğinde ortadan kalkmıştır.






Yaşanan imtihan ve zorlukların uzun ya da kısa sürmesi karşısında müminin inancı, ahlâkı ve davranışları değişiklik göstermez. Çünkü inanan insanlar Rabb’lerinin “düzen kurucuların en hayırlısı" olduğu gerçeğini bilirler.






Hani o inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)






Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Yaşadığı olay insana şer gibi görünüyor olsa da, Kur’an’da haber verildiği gibi, gerçekte hayırdır. Hayır gibi görünen durum ise insan için bazı durumlarda şer olabilir. Bu ilim yalnızca Alim olan Allah’a aittir. İnsan O’nun ilminden yalnızca O’nun dilediği kadarına sahiptir. Ve bir ot bile meydana getiremeyen insana düşen, Rabb’inin sonsuz gücü karşısındaki aczini kabullenerek, tam bir teslimiyetle teslim olmaktır. Tüm imtihanlara karşı sabır göstermek ve Allah’ın hoşnut olacağı en güzel davranışları sergilemektir.






İmtihan olmak, Allah’ın kulunu unutmadığının işaretidir. İnsana ne kadar zorluk isabet ederse, insan Allah’a o kadar yakınlaşır.






Gözleri görmeyen insana bir operasyonla gözlerinin açılabileceği ancak bu süreçte oldukça acı çekeceği söylense, itiraz eder mi? Asla itiraz etmeyeceği çok açıktır. Kişi çekeceği bütün acılara göğüs gerer, sabreder; çünkü sonunda aydınlığa kavuşmayı umut eder. İnanan insan da aydınlığa kavuşacağını umut ederek yaşadığı tüm zorluk ve sıkıntılara sabır gösterir. Ve ne kadar fazla zorluk isabet ederse, Rabb’ine olan aşkını kanıtlayacağı birer fırsatlar da artar. Zorluk, inanan insana yemek içmek gibi lazımdır ancak bu zahirinde bir zorluktur. Çünkü zorlukla beraber kolaylık olacaktır. Allah imtihan eder, ardından kolaylığı verir. Üst üste de olsa zorluklar, belirlenmiş olan zamanda kolaylık gelecektir.






Peygambere, “Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım" diyerek savaşı isteyen, ardından savaş öngörüldüğü zaman, yüz çevirenler gibi olmayalım. (Bakara Suresi, 246) Çıkmayacağımız savaşı istemeyelim. En büyük savaş nefsimizle verdiğimiz savaştır; işte çıkmamız gereken savaş budur. Şeytan bizimle bedensel boyutta savaşmaz, bizler de onun boyutunda savaşmalıyız. Aksi, boşa kılıç sallamak olur. Rastgele, göremeyenler gibi kılıç sallamak olur…

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Din ve Vicdan

Toplumdaki yaygın inanca göre “din vicdanî bir olgudur, herkes dinini vicdanında yaşamalıdır.” Doğrudur, iman sahipleri, her zaman doğruyu işaret eden vicdanlarının sesini dinleyen insanlardır. Ancak din, kişinin sadece kendi içinde yaşaması gereken bir olgu değildir. Allah’ın önemli buyruğudur; her inanan Rabb’inin nimetini durmaksızın anlatmakla, iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla ve “yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar” fikir mücadelesi yapmakla sorumludur. Dini bir yerlere hapsetme düşüncesi, Kur’an’dan habersiz olan ya da Allah’tan yüz çevirerek yaşayan kişilere ait çarpık bir görüştür.






Allah’a aşık insanın kalbi o aşkla çarpar, dili O’nun emriyle ve dilemesiyle her an Rabb’ini anar. Ancak mümin bu duyguları ve imanı diğer insanların da yaşaması için çaba gösterir. Din insanın içinde yaşaması gereken bir olgu olsaydı, vahiy yalnızca inen elçiye ait olurdu ve Allah’ın elçilerinin insanlara tebliğ görevi olmazdı. Bu görüşler çarpık mantık sonucu ortaya atılan, Kur’an’a uygun olmayan zanlardır.








Yaşamı süresince sorumluluk almaktan kaçarak yaşayan bir insanı düşünelim. Yalnızca kendi yiyeceği, içeceği, geleceği, evi, malları ve nefsani çıkarları ile ilgilenen bir insan… Yeryüzünün dört bir yanında yaşanan acılar, zulümler, haksızlıklar, akan kanlar onun hiç gündeminde değildir. Dünyanın kargaşa, düzensizlik, bozgunculuk ve adaletsizliklerle dolu olması onu rahatsız etmez. Suçsuz yere öldürülen insanların, yiyecek bulamayan aç çocukların varlığına aldırmaz. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diye düşünür ve yalnızca kendi için yaşar. Toplumda bu şekilde rahat edeceklerini, huzur içinde olacaklarını zanneden insanlara sık rastlanır. Oysa insanların zulüm gördükleri, haksızlıklara uğradıkları, acı çektikleri bir ortamda insanın sadece kendini düşünmesi asla vicdana sığmayacak olan bir davranıştır.








İman eden bir insanın görevi, Allah’ın buyruğu doğrultusunda iyi, doğru ve güzel olanı insanlara anlatmak, tavsiye etmektir. Müminin asıl görevi, asıl işi budur.








Ancak müminler arasındaki bazı insanlar, onların sahip olduğu imanî şevk ve heyecanı içlerinde taşımazlar. Samimi müminlerinki gibi mutlu ve huzurlu değil, soğuk ve donuk bir hayatları vardır. Allah’ın gücünü gereği gibi kavramadıklarından, Kur’an ahlakının anlatılması ve yaşanması amacıyla yapılan faaliyetlerde hep geride kalır, pasif bir yaşantı sürdürürler. Söz ettiğimiz kişiler kimi zaman müminlerin arasında yaşayan, iman ettiğini söyleyen ancak münafıkane davranışlar gösteren ya da kalplerinde hastalık bulunan insanlardır.








Kimi zaman da bunlar, henüz imanı tam olarak kavrayamamış kimseler olabilir. Ancak tüm bu yapıdaki kişiler Kur’an ahlakını yaşamak ve benimsemekte, dolayısıyla da anlatmakta çekimser davranır, diğer müminlerin de kendileri gibi olmalarını isterler.








Oysa samimi müminler, kendilerince kalbi temiz ya da iyi insan olmanın yeterli olduğunu düşünen kimselerin gafletten uyanması için çaba gösterirler. Din ahlakını yaşamamaları durumunda, kendilerini bekleyen kötü son konusunda insanlara uyarılarda bulunurlar."İş(in) hükme bağlanıp biteceği, hasret gününe karşı onları uyar; onlar bir gaflet içindedirler ve onlar inanmıyorlar." (Meryem Suresi, 39)








Vicdanlı insanlar yaşanan zulüm ve adaletsizliklerin yerine iyiliği, güzelliği ve hakkı hakim kılmak için cesurca mücadele ederler. İman edenlerin bu sorumluluğunu Allah, Kuran’da "fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…" (Enfal Suresi, 39) ifadesiyle haber verir. Bu buyruğa uyan samimi müminler yaşamları boyunca dinsizliğe, dinsizliğin beslendiği görüşlere karşı fikir mücadelesi verir, ecirlerini ve Rabb’leri katındaki derecelerini artırırlar.








Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va’detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır. (Nisa Suresi, 95)

1 Mayıs 2011 Pazar

Gerçek İyilik

Kur’an’da bildirilen iyilik müminin tüm hayatını kapsayan bir ahlak şeklidir ve sadece kişinin canı istediğinde değil, yaşamı boyunca uyguladığı bir ibadettir. Kur’an’ın "... İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah’tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır." (Maide Suresi, 2) ayetiyle inanan insanlara iyilik ve takva konusunda birbirlerine yardımcı olmaları bildirilir. Ayetteki buyruk gereğince, iman edenler yaşamları boyunca samimi bir çaba içinde olurlar. Allah’ın haber verdiği ‘iyilik’ konusundaki yardımlaşmanın nasıl olması gerektiği de yine Kur’an ayetlerinde açıklanır:




"Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve mücadelenin kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır. "(Bakara Suresi, 177)




Mü’min kendi ihtiyacı olsa bile yoksula ve yetime yardım eden, sevdiklerinden özveride bulunan samimi bir kuldur. İyilik ve yardımı karşılıksız yapar ve başkalarını da iyiliğe özendirir. Tek hedefi, "Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz." (İnsan Suresi, 9–10) ayetiyle de bildirildiği gibi, Rabb’inin hoşnutluğudur.




İnanan insanlar takva konusunda da yardımlaşırlar. Sonsuz yaşamda insana zarar verecek, sonsuz azaba yol açacak şeylerden sakınma ve nefsi bencil tutkularından arındırma konusunda müminler birbirlerine destek olurlar. Şeytanın tuzaklarıyla dolu engebeli yoldaki azığın en hayırlısı takvadır çünkü. ...




Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, Benden korkup-sakının. (Bakara Suresi, 197)




İyilik ve takva konusunda yardımlaşan samimi müminler, hem dünyada hem de ahirette güzel karşılık alırlar. Allah, iyi ve güzel davranışlarda bulunarak örnek olan, diğer insanlara da iyiliği tavsiye edenlerin iyiliklerini artıracağının müjdesini verir. ... Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.(Şura Suresi, 23)




Samimi mümin, hatalar yapan kardeşini asla bırakıp gitmez. Hastalanan çocuğunu yalnız bırakmayan bir anne gibi tıpkı…Şefkat ve merhamet ederek, iyiliği emrederek, kötülükten sakındırarak yanında olur.




Bize düşen; Allah’ın hükümlerine kesin bir bilgiyle iman etmek, O’nun buyruklarına uymak, her koşulda iyiliği tavsiye edip, ‘takva elbisesi’ ile donanmaktır.




Ey Ademoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ’süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Araf Suresi, 26)

30 Nisan 2011 Cumartesi

Bilim Allah'a Götürür

Bilim, evreni ve içindeki varlıkları incelemenin ve Allah’ın sanatındaki kusursuzluğu, yaratışındaki üstünlüğü keşfederek insanlığa açıklamanın yoludur. Dolayısıyla sıklıkla gündeme getirilen”din ve bilim çatışır mı?” gibi soruların anlamsızlığı da çok açıktır. Dinin, Allah’ın yaratmasındaki detaylara ulaşma yolu olarak benimsediği bilimle çelişebileceği düşüncesi büyük yanılgıdır.





Bilim, üstün güç sahibi Allah’ın yarattıklarını incelemek için vardır. O’nun yarattığı her şey, O’ndan gelen bir mesajdır. Okuyabilenler için her mesaj, Allah’ın yüceliğinin ve büyüklüğünün kanıtıdır.







Kur’an, insanları bilimsel araştırmalar yapmaları yönünde teşvik eder; “İşte bu örnekler; Biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara akıl erdirmez. (Ankebut Suresi, 43) ifadesiyle ve pek çok ayetle, gökler, yer ve yarattığı her şey üzerinde derin düşünmeye, ‘alim’ olmaya yönlendirir.





Kur’an ayrıca, evrenin ve canlılığın varoluşları konusuna en doğru ve en kesin cevabı verir. Din kaynak alınarak yapılan araştırmalar, varoluşa ait sırları, en az emek ve enerji harcayarak ortaya çıkarır. Dolayısıyla din, bilime izleyeceği yolu işaret eder. Bilim, Allah’ın sonsuz gücünü, evrendeki yaratılış kanıtlarını araştırarak doğru sonuçlara ulaşabilir.





Bilim, 19. yüzyıldan itibaren materyalist görüşten etkilenerek, bu İlahi kaynaktan uzaklaştırılmıştır. Çünkü materyalizm, maddenin mutlak varlık olduğunu ileri sürer ve Allah’ı inkar eder. Bu dönemde bilimsel araştırmalar yoğun bir şekilde materyalizmin iddialarını destekleme çabasına ayrılmıştır. Bugün görüyoruz ki, materyalizmin iddiaları bilime yalnızca zaman kaybettirmiştir. Çünkü bu iddiaların her birini ispatlayabilmek için on yıllar boyunca sayısız bilim adamı çalıştığı halde, ortaya çıkan sonuçlar bu iddiaların geçersizliğini göstermiştir.





Hubble’ın ortaya koyduğu kesin gerçek olan evrenin genişliyor olması, bilimi asıl gerçeğe götürdü. Çünkü evren genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde, ‘tek bir nokta’ ortaya çıkıyordu. Evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu ‘tek nokta’, korkunç çekim gücü nedeniyle sıfır hacme sahipti. Ve evren, 15 milyar yıl önce sıfır hacimdeki bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı.





Big Bang’den önce madde diye bir şey yoktu. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında tümü bir anda yaratılmıştı.





Big Bang önemli bir gerçeği işaret etti. Sıfır hacim yokluktu ve evren yokken ‘var’ olmuştu. O halde evrenin bir başlangıcı vardı. İşte bu kanıt, materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" tezini geçersiz kıldı. Oysa bu bilimsel gerçek, Yüce Allah’ın 1400 yıl önce gönderdiği Mesaj’ında vardı:





“O gökleri ve yeri yoktan var edendir...” (Enam Suresi, 101)





"Biz göğü ’büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz." (Zariyat Suresi, 47)





Big Bang’e, felsefi nedenlerle itirazlar sürdü. Ancak, Allah’ın üstün yaratması olan evren, modern bilim vesilesiyle yaratılışı delillendirmeye devam ediyor. İdeolojik amaçla körü körüne savunulan/desteklenen materyalizm ise, gerçeğin kanıtları karşısında sessizleşmiştir.





"Onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile." (Saff Suresi, 8)





Materyalizm ve Darwinizm gibi hurafeleri bilime ‘rağmen’ savunmaya çalışmak, bilim adamları için sıkıntı vericidir. Evrendeki sayısız delile gözlerini kapatan bu kişilerde, yargı yeteneği azalır, bozulur. Richard Dawkins örneğindeki gibi. Ünlü Darwinist’in "eğer bir heykelin sizlere el salladığını görseniz dahi, bir mucize ile karşı karşıya olduğunuzu sanmayın... çok küçük bir olasılıktır, ama belki de heykelin sağ kolundaki atomların hepsi, tesadüfen, bir anda aynı yönde hareket etme eğilimi içine girmiş olabilirler" sözleri buna tipik bir örnektir.





Tüm evren detaylarıyla incelendikçe muhteşem bir olağanüstülük ortaya çıkar. Evrendeki mucizevi dengeler, dünyadaki düzen, kusursuz canlılar, tek bir hücre, bir atom, o atomun içinde saklı olan evrendeki en büyük güç; tümü bir mesaj verir bize. Bu mesaj, görebilen, okuyabilen her samimi insanı, Tek olan, Zatında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde, asla ortağı veya benzeri, dengi bulunmayan, yoktan var eden Yüce Allah’ın varlığına götürür.

27 Nisan 2011 Çarşamba

Sizin Dininiz Size

İslam’ın kelime anlamı barıştır. İslam güzellik ve sevgi dinidir. Kur’an’a tabi olan insanlar, İslam’daki derinliğini görmeleri nedeniyle, imanı şevk ve coşku ile yaşarlar. Dine olan bağlılık Allah’a duyulan aşktan kaynak bulur. Samimi mümin, aşkla Rabb’ine kulluk ve ibadet eden, Kur’an’a tabi olduğundan Kur’an’a göre yaşayan insandır. Günlük yaşamında Allah ile kesintisiz bağlantı içindedir, her işinde gönülden Allah’a yönelir.





İnanan insan sevgi ve merhameti esas alır; güzel sözle barışa, Allah’a karşı samimiyet ve dürüstlüğe çağırır. Bu nedenle İslam’ı yaşayacak insanın içtenlikle ve kendi isteğiyle Müslüman olması, Allah’ın buyruklarını severek yerine getirmesi önemlidir.



Müminler Allah’ın " ma’rufu emret, münkerden sakındır " (Lokman Suresi, 17) buyruğuna uyarak, iyiliği emreder kötülükten sakındırırlar ve insanları güzel sözle Allah’ın yoluna çağırırlar. Ancak hidayeti verecek olan Allah’tır ve uyarılar yapıldıktan sonra kişiler seçimlerinde özgürdürler. Kararı, insan özgür seçimiyle verecektir. Bir kişiyi zorla ya da baskıyla Müslüman yapmaya kalkışmak, “Dinde zorlama (ve baskı) yoktur…” (Bakara Suresi, 256) ayetiyle de dikkat çekildiği gibi dine aykırıdır. Bu konu birçok Kur’an ayetinde haber verilir.



"Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. Onlara ’zor ve baskı’ kullanacak değilsin." (Gaşiye Suresi, 21)



Dolayısıyla, Kur’an ahlakına göre yaşamayı bir kişiye dayatmak, en başta Kuran’a aykırı bir tutumdur. İslam kelimesinin bir anlamı da teslimiyettir; Müslüman da ‘teslim olmuş’ kişidir. Bir insanın gönülden Allah’a yönelmesi için, kalbinde hiçbir kuşku olmaksızın, kesin bir bilgiyle iman etmesi gerekir. Bu nedenle bir kişiyi zorla Müslüman yapmaya çalışmak, ortaya bir münafık çıkarabilir. Çünkü o kişinin ağzıyla söylediği kalbindeki olmayacaktır. Diliyle iman ettiğini söyleyen kişi, gerçekte inkar batağındadır. Münafıklar Kur’an’da " ateşin en alçak tabakasında" (Nisa Suresi, 145) barınacak olan en aşağılık kişilerdir. Bu samimiyetsiz kimselere karşı müminler birçok ayette uyarılırlar.



İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar yalnızca kendilerini aldatıyorlarlar ve şuurunda değiller. (Bakara Suresi, 8-9)



Münafık, Allah’a ve ahiret gününe iman ettğini söylerken, aslında kendisini aldatır. Müminlerin yanından ayrıldığında ise onlarla yalnızca alay ettiğini şeytanlarına itiraf eder. İman edenlerle karşılaştıkları zaman: "İman ettik" derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise derler ki: "Şüphesiz sizinle beraberiz. Biz (onlarla) yalnızca alay ediyoruz." (Bakara Suresi, 14)



Münafıklar ibadetlerini hem isteksizce hem de insanlara gösteriş amacıyla yaparlar.



Gerçek şu ki münafıklar (sözde) Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar. Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla ne bunlarla. Allah kimi saptırırsa artık sen ona yol bulamazsın. (Nisa Suresi, 142-143)



İnsanları korku ve baskıyla Müslüman yapmaya çalışmak, dinimizin kabul etmediği bir durumdur. Yüce Allah hesap günü huzurundaki kulunu “…kalplerinizin kazandıklarından dolayı sorumlu tutar…” (Bakara Suresi, 225) ayetiyle bildirildiği üzere kalbinde taşıdıklarından sorgulayacaktır. Ayrıca kusursuz yaratılmış bir imtihan mekanı olan dünya hayatında, çeşitli inançlara sahip olan, hatta hiçbir inanca sahip olmayan kişiler de olacaktır. Samimi inanan insanlar, bu insanların tümünün Allah katında bir kader ve bir hikmet üzere bu şekilde yaratıldıklarının bilincindedir. …



Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak (bu,) verdikleriyle sizi denemesi içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. (Maide Suresi, 48)



Kur'an’da Kafirun Suresi’nde ise Peygamberimiz’e(sav) şu sözleri söylemesi buyrulur: De ki: "Ey kafirler." "Ben sizin taptıklarınıza tapmam." "Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz." "Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim." "Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz." "Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kafirun Suresi, 1-2-3-4-5-6)



Kur’an’daki bu buyruk Allah’ın kutlu peygamberinedir ancak muhatap tüm inananlardır. "Sizin dininiz size, benim dinim bana."

26 Nisan 2011 Salı

O, Her Yerin Rabb!idir

Evrende her olay Allah’ın kontrolü ile gerçekleşir; her şey O’nun bilgisi ve buyruğu ile hareket eder. Allah sonsuz güç sahibidir; tek bir yaprak bile dalından Allah’ın dilemesi dışında düşmez. Gökten yere bütün işleri Allah evirip, çevirir. Bunlar yalnızca doğa olayları ya da doğum, ölüm gibi daha önemli görülen olaylar değildir. Akla gelebilecek her iş, her olay, var olan her sistem Allah’ın dilemesiyle ve kontrolünde yürür. O’nun bilgisi dışında yaşanan tek bir an yoktur. Planlayarak ya da planlamadan yaşanan tüm olaylar O’nun hâkimiyetindedir…






Gördüğümüz herşey O’nun sonsuz gücünün ve sonsuz aklının yansımasıdır. Allah dilerse tüm evreni, olayları sebeplerden bağımsız olarak da yaratabilir. Allah dilediğini dilediği zaman, dilediği şekilde ve örneksiz olarak yaratandır ve O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.








Allah’ın yaratması için aslında bir sebebe de gerek yoktur; dünyada sebeplerin, doğa kanunlarının olması insanları yanıltır. Tüm sebeplerin Yaratıcısı olan Allah, tümünden münezzehtir. Ancak gerçekleri göz ardı eden birçok insan, Allah’ın yaratmasına inandıkları halde, O’nun çok uzaklarda olduğunu ve dünya işlerine pek karışmadığını zannederler. (Allah’ı tenzih eder, yüceltirim) Oysa Allah her yerdedir ve varlığı her şeyi kuşatmıştır. O doğunun da batının da, her yerin Rabb’idir.








Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)








Allah’ın yetkisi sonsuzdur ve O yaşamın her alanına, her anına hükmeder. Evrendeki mucizevî sistemlere hükmettiği gibi, yeryüzündeki her şeyin varlığı ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri, hadiseleri tespit ve tayin eden de O’dur.








Bazı insanlar, sorulduğunda Allah’a inandıklarını söyledikleri halde, gücünü gereği gibi takdir edemez, yaşamlarını Allah sevgisi, korkusu ve rızası üzerine kurmazlar. Kendilerinde Allah’tan bağımsız güç görürler.








De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız? İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Peki, nasıl hala çevriliyorsunuz? (Yunus Suresi, 31-32)








Allah’a inandıkları halde, O’nun yeryüzüne ve yaşamlarına müdahale etmediğini zanneden bu kişiler, büyük bir yanılgı içindedirler. Kişi iman ettiğini söylüyorsa, Rabb’inden bağımsız bir yaşamı olmadığını da kabul etmelidir. Her şeyi sarıp kuşatan Allah, her an bizi de çepeçevre kuşatır ve bize şah damarımızdan daha yakındır...








Allah ile hiçbir güç baş edemez. Allah’ın dilediği olaya, tüm dünya bir araya gelse karşı duramaz; O her şeyin, her yerin Rabb’idir. Diğeri, putperestler gibi deniz, orman ya da yeraltı tanrısı gibi tanrılar edinmektir. "Benden başka İlah yoktur, öyleyse Bana ibadet edin." (Enbiya Suresi,22)








Uzay boşluğunda dönüp duran 300 milyar galaksiden, dünya üzerindeki tek bir mikroorganizmanın beslenmesine kadar, yaşamın devamı için gerekli olan tüm faaliyetler Yüce Allah’ın dilemesiyle gerçekleşir. O’nun denetlemediği tek bir varlık yoktur.








"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)

25 Nisan 2011 Pazartesi

Boş, Amaçsız ve Hikmetsiz Konuşmak

İnsanın her davranışı, her sözü, her düşüncesi hesap gününde insanın önüne çıkarılmak üzere saklanır. Söylediği her yararlı ve hikmetli söz “Allah’a yükselir”, gösterdiği her güzel davranış insanı ahirette kazançlı çıkarır, Allah’ın dilemesiyle sonsuz kurtuluşa ulaştırır.






Günümüz toplumunda birçok insanın en belirgin özelliklerinden biri, konuşmalarının boş ve amaçsız olmasıdır. Halkın oldukça büyük bir kesiminde, “laf olsun torba dolsun” ifadesiyle tanımlanan boş konuşma, adeta bir davranış şekli haline gelmiştir. Hiçbir çözüme ve sonuca götürmeyen, kalıplaşmış belli sözler bu boş konuşmaların temelidir. Konuşulan konular belli ve kısıtlıdır ancak içeriği oldukça geniştir. Halk arasında, "geyik muhabbeti" deyimiyle ifade edilen ve ne denli gereksiz olduğu açık olan bu tarz konuşmalar, saatler ilerledikçe uzar, genişler, bir konudan diğerine atlanır. Bilgi sahibi olunmasa da, hemen herkes her türlü konuda fikir beyan eder.








Hiçbir sonuca ulaştırmayan, hiçbir yarar sağlamayan bu konuşmalar, genellikle karşısındakilere fikir, düşünce ve görüş sahibi olduğunu hissettirme amacı taşır. Bu arada, gerçekten konuşulup halledilmesi gereken konular bile, içinden çıkılması güçleşen çözümsüzlüğe sürüklenir. Kısa sürede çözülebilecek sorunlar saatlerce bazen günlerce uzar. Konuşmalar çözüm üretme yerine iddialaşma ve kişilik gösterisi haline gelir. İş toplantıları, apartman toplantıları hatta arkadaş toplantılarında hep bu tür görüntülere rastlanır. Konular her zaman basit ve yüzeysel olarak ele alınır. Oysa sorunlar akılcı, özüne inerek ve hikmetli bir biçimde dile getirilse çözüm yolları da bulunabilir. Akılcı ve hikmetli yaklaşım, Yüce Allah’ın dilediği kullarına lütfettiği bir üstünlüktür.








Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Bakara Suresi, 269)








Allah’ın katından bir nimet olan akıl ve hikmete sahip olmayan kişi, birkaç cümlede özetlenecek bir konuyu saatlerce anlatsa da açığa kavuşturamaz. Hatta bazen özellikle uzatarak adeta "tadını çıkarır". Saatlerce tartışılan ancak hiçbir sonuca varılmayan televizyonlardaki açık oturumlarda bu duruma sıkça rastlanır. Özellikle bu programlarda konuşan kişi bir türlü konunun özüne inemez; çok konuşur ancak hiçbir şey söylemez. Gereksiz detaylarla ne denli fikir, bilgi ve kültür sahibi olduğunu kanıtlamaya çalışırken, konuyu içinden çıkılamaz bir hale getirir. En önemli konularda dahi kendi kişiliği ve birikimleri ön planda, asıl konu arka plandadır. Dahası, bazen hep bir ağızdan, koro halinde konuşulur, sözler kesilir, sesler yer yer yükseltilir. Bağırarak konuşulduğunda üstün gelineceği zannedilir.








Sonuç olarak; hiçbir sonuca varılmaz. Hem konuşanlar saatlerce boş konuşmuş, hem de izleyenler saatlerce boşa vakit geçirmiş olurlar.








Müminlerin konuşmalarında ise her konuda olduğu gibi kıstas Kur’an’dır. Kur’an, yararsız sözün, boş konuşmanın Allah’ın hoşnutluğunun gözetilmediği, konuşanın ve dinleyenlerin ahiretlerine yarar sağlamayan davranışlar olduğunu haber verir. "Boş ve yararsız şeylerden yüz çevirmek" de, ancak Allah’ın hoşnutluğunun gözetilmesiyle mümkündür. Boş, yararsız ve hikmetsiz konuşmak, iman etmeyenlerin özelliğidir. Boş sözleri hem söylemekten hem dinlemekten kaçınmak, rahatsız olmak ve hayırlı konuşmalar yapmak ise müminlerin önemli bir özelliğidir.








Dünyada geçirilen her an ahiret açısından çok değerlidir. Vicdanını her an devrede tutan müminler, boş söze dalmamaya büyük özen gösterirler. "Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir." (Furkan Suresi, 72)








Boş ve hikmetsiz söz söylendiğinde şeytan mutlu olur; çünkü o güzel ve hayırlı sözden hoşlanmaz. Yüce Allah ise güzel sözden hoşlanır; o halde O’nun hoşnutluğunu gözeten insanın sözleri her zaman güzel, hayırlı ve hikmetli olmalıdır...

23 Nisan 2011 Cumartesi

İnsan Kendi Başına Bırakılacağını mı Sanıyor?

Kur’an’daki "İnsan, ’kendi başına ve sorumsuz’ bırakılacağını mı sanıyor?" (Kıyamet Suresi, 36) ayeti, her an Yüce Allah’ın hakimiyeti ve kontrolü altında olduğunu insana açıkça bildirir. Ancak gaflet içinde yaşayan kişi bu gerçeği anlamak bir yana düşünmez bile … Oysa insan birkaç dakika samimiyetle, yaşamının devamı için gereken her şeyi kendisinin yapması ve düzenlemesi gerektiğini düşünse bunu anlayabilecektir.

Bir an bedenimizdeki yaşamsal faaliyetleri bizim kontrol altına aldığımızı –imkansız da olsa- düşünsek… Yalnızca kalbimizin birkaç dakika durması yaşamımızı sona erdirmeye yetecektir. Çok kısa bir süre soluk alamamak da aynı şekilde. Ayrıca tüm bu işler biz uyurken nasıl devam edecektir? Uyurken de tüm organlarımız çalışır çünkü. Söz ettiğimiz tüm faaliyetleri düzenli bir şekilde kontrol ettiğimizi varsaysak bile, yaşamımızın devamlılığı için gerekli olan dış etkenler ne olacaktır?...

Kendi bedenimizi kontrolümüz altına alamazken, dış dünya ve evrendeki insan için özel yaratılmış ‘ince ayar’ ve denge üzerine kurulmuş mükemmel sisteme müdahale edebilmeyi düşünmek ütopya olacaktır. Tüm bunları detaylarıyla derin düşünmek, insanın herşeyi sonsuz akıl ve güç sahibi olan Allah’ın kontrol ettiğini kavramasına yardımcı olur. Canlı-cansız her varlık, Allah’ın “Ol” buyruğuyla yaratmasıyla meydana gelmiştir ve tümü O’nun kontrolündedir. Bunların bilincine varmak kişiye aczini hatırlatır ve içinde yaşadığı gaflet halinden kurtulmasına yardımcı olur.

Yöneten, bütün yaratılmışları düzenle ve dengeyle idare eden ve birbirine yardımcı eden (Müdebbir) Allah her an insanları gözetimi ve denetimi altında tutar, her olayı an ve an yaratır. “Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12) ayetiyle bildirilir; O her an insanları sarıp kuşatır. "... Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır." (İsra Suresi, 60) ayeti gereği Rabb’inin kendisini çepeçevre kuşattığının şuurundaki mümin, gizli ya da açık yaptıklarının, konuştuklarının, kısacası hiçbir durumunun Allah’tan gizli kalmayacağını bilir. O bütün işleri kontrolü altında tutandır, bütün varlıklar üzerinde gözcüdür, her an kullarının yanındadır.

Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur; beşin altıncısı da mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele Suresi, 7)

Tüm bu gerçekler, samimi olarak üzerinde düşünülecek olursa insanı gafletten kurtarabilir. Her ortamda ve her an Allah’ın kontrolü altında olduğunu bilmesi kişiyi, O’nun sınırlarının dışına çıkmaktan titizlikle sakındırır. Gönülden Allah’a yönelir, O’nun yaratmasındaki kusursuzluğu ve ihtişamı görür, Allah’a karşı saygı dolu bir korku duyar. İmtihan gereği gerçekleşen yaşadığı her olay karşısında Rabb’i için güzel bir sabırla sabreder. Gösterdiği güzel ahlak, sorumluluklarının bilincinde yaşamış insanı -Allah’ın dilemesiyle- samimi inananlara vaat edilen cennete kavuşturur.

21 Nisan 2011 Perşembe

Yanlış Hedefler

Allah’ın varlığını ve gücünü kavramış olan insan, ne amaçla yaratıldığını ve Rabb’inin kendisinden neler istediğini bilir. Bu nedenle de dünya hayatındaki hedefi, Allah’ın razı olduğu bir kul olmaktır; her durum ve koşulda gayreti bu yöndedir. Kendisini hedefine ulaştıracak her yolu dener, bunun için ciddi bir şekilde çaba gösterir. Böylece inkâr edenler için kesin bir yıkım olan ölümün sırrı da önünde açılır: ölüm asla yok oluş değil, gerçek yaşama geçiş aşamasıdır.





İnkârcılar, yaşamlarının da ölümlerinin de ‘rastlantılarla ve kendiliğinden’ meydana geldiğini zannederler. Oysa yaşamı da ölümü de yaratan, bütün varlıklar üzerinde gözcü olan ve bütün işleri kontrolü altında tutan Allah’tır. Ölüm, rastlantı sonucu ya da kaza ile meydana gelen bir olay değil, Allah’ın özel olarak yarattığı, kaderde zamanı, yeri ve şekli belirlenmiş bir olaydır.





Ölümün bir son değil, gerçek yaşamının başlangıcı olduğu gerçeğinin bilincindeki mümin, birçok insan gibi yaşamının temelini ‘göçecek bir yarın kenarına’ bina etmez. Her şeyin yok oluşundan sonra da var olan, fani olmayan Rabb’ine yönelir. Mal-mülk, makam, kariyer, saygınlık ve fiziki güzellik gibi dünyevi değerler tıpkı dünya hayatı gibi geçicidir, sonludur. Dünya hayatında sahip olunan hiçbir meta, insanı kurtuluşa ulaştıramaz. Tümü yalnızca, kusursuz imtihan mekanı olan dünyadaki kısa süreli ‘sebep’lerdir.





Sorduğunuzda insanlar, “yiyecek yemek bulma peşindeyiz, bunun için mücadele ediyoruz” derler. Herkes bir yaşam mücadelesi içindedir ve herkesin hedefi kendi başının çaresine bakmaktır. Ancak Yüce Allah dünyayı kesinlikle bu amaçla yaratmamıştır.İnsanlar, Allah’a kulluk yapmaları için yaratılmıştır. İnsanların büyük bir çoğunluğu ise bunun farkında olmadan; yani asıl amacın ne olduğunu bilmeden yaşar. Oysa atomdan hücreye, evrenden insana ve tüm canlılığa kadar her şey mükemmel sistemlerle yaratılmıştır. İnsanlara tüm bunların gerçekte ne amaçla yaratıldığını anlatmak, bunu düzeltmek için uğraşmak gerekir. Dünya hayatının hiçbir amacı kalmadığında Allah dünyayı yok eder; çünkü amaç insanların kör bir boğuşma içinde yaşaması değildir.





Birçok insanın en önemli yaşam amacı, evlenip-çocuk sahibi olmak; sonra da hayatta kalmak için, yiyecek aramaktır. Adeta içgüdüsel bir şekilde yaşam bu hedeflerin üzerine kurulur. Diğer canlıların da yaptığı doğmak, büyümek, çoğalmak ve ölmek ise insanın diğer canlılardan farkı nedir?..





Dünya, amaçsız mücadele için değil, imtihan olmak için yaratılmıştır. İnsan, karmaşa, açlık, hayat pahalılığı içinde süründüğünü/perişan olduğunu söylerken, gerçek kurtuluşu aramakta mıdır? Oysa sonsuz güç sahibi Allah insanlığa kurtuluş yollarını gösterir; onları, Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (Silm’e, İslam’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 208) ayetiyle bildirildiği üzere, barışa ve esenliğe davet eder.





Bediüzzaman da bir eserinde, Allah’ı tanımayanların, insanın asıl görevinin kulluk olduğunu anlayamadıklarını anlattıktan sonra şöyle der:"...’Hayat bir cidaldir (çatışmadır)’ diye eblehane (akılsızca) hükmetmişler." Gösterilen her çabanın hikmeti, onun, Allah’ın hoşnutluğunun amaçlanarak yapılması ile oluşur. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak dünyevi hiçbir çıkara değişilmez; çünkü dünya üzerindeki -küçük ya da büyük- hiçbir çıkar, O’nun rızasını ve cennetini kazanmaktan daha önemli değildir. Çünkü Allah, yalnızca “… rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)





Mümin için güzel bir yaşam Rabb’inin rızasını hedefleyerek sürdürdüğü huzur dolu hayattır. Hayat bir mücadele yeri değildir. İnsanın tek mücadelesi kendi nefsiyle ve diğer kötülüklerle olmalıdır. Allah, kulu için samimi çabası karşılığında dünya hayatında da rahat, sıkıntısız bir geçim vereceğini vaat eder. Yalnızca Allah’a kulluk eden, yalnızca O’nun için yaşayan müminler, ahirette de ’hoşnut edici ve hoşnut edilmiş ’lerdir ve sonsuz barınma konağı cennette benzersiz mutluluklar onları beklemektedir.

17 Nisan 2011 Pazar

Karanlık Sistem Başarıya Ulaşmaz

Kur’an ayetlerinde insanlar, yeryüzünde merhametin, şefkatin, hoşgörü, güvenlik ve barışın yaşanabileceği örnek model olarak İslam ahlakına çağırılırlar. Toplumların güvenliğinin Kur’an ahlakının yaşanmasıyla sağlanabileceği, "Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (Silm’e, İslam’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır." (Bakara Suresi, 208) ayetiyle haber verilir. Din ancak kutsal kaynağı incelendiğinde doğru ve gerçek anlamda tanınabilir. Çünkü o dini birçok insan yanlış uyguluyor olabilir. Dinimizin kutsal kaynağı Kur’an’dır. Kur’an ahlâkı, sevgi, şefkat, merhamet, tevazu, özveri, hoşgörü ve barış kavramlarına dayanır. Bu ahlâkı gerçek anlamda yaşayan insan, son derece ince düşünceli, alçakgönüllü, adil, güvenilir ve uyumlu bir insan olur. Çevresine sevgi, saygı, huzur ve şevk verir. Terör ise genel anlamda, askeri olmayan hedeflere karşı siyasi amaçlı şiddet kullanımıdır. Genelde teröre hedef olanlar da tamamen suçsuz, sivil insanlardır. Tek suçları, terör eylemcisinin gözünde ‘öteki taraf’ olmalarıdır. Bu nedenle suçsuz insanlara karşı şiddet uygulanması anlamına gelen terörün ahlâki hiçbir mazereti olamaz. Terör, tarih boyunca tanık olunan tüm cinayetler, katliamlar gibi, bir insanlık suçudur. Kur’an ahlakını yaşamına hakim kılan bir mümin, diğer tüm insanlara karşı iyi ve adil davranmakla, güçsüzleri ve masumları korumakla ve ‘yeryüzünde bozgunculuğu önlemekle’ yükümlüdür. Bozgunculuk; güvenlik, barış ve huzuru yok eden her türlü anarşi ve terör durumudur. Ve "Allah, bozgunculuğu sevmez". (Bakara Suresi, 205) İslam suçsuz yere insan öldürmeyi yasaklar; tüm insanları öldürmekle eş tutar. Kur’an’da, "... Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur... " (Maide Suresi, 32) ayetiyle insan öldürmenin en büyük bozgunculuklardan biri olduğuna dikkat çekilir. Bu durumda, terörist cinayetlerinin, katliamların ve ‘intihar saldırıları’nın ne denli zalimce ve büyük bir suç olduğu çok açıktır. Allah, "Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere ’tecavüz ve haksızlıkta bulunanların’ aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azab vardır." (Şura Suresi, 42) ayetiyle terörizm zulmünün ahiretteki karşılığını bildirir. Masum insanlara karşı terör eylemi düzenlemek, Kur’an’a aykırı bir eylemdir ve hiçbir mümin böyle bir suç işleyemez. Tam aksine, inanan insanlar bu bozgunculuk yapan kişilere engel olmak, zulmü ortadan kaldırmak, insanların huzur ve güven içinde yaşamasını sağlamak, kısacası yeryüzüne huzuru getirmekle yükümlüdürler. Masum insanları katledip, “Allah adına yaptım” diyen kişinin içinde Allah korkusu yoktur: onun dinle uzak-yakın ilgisi olamaz. Müslümanlık, terörle bir arada asla düşünülemez, çünkü İslam ahlakı terörün engelleyicisi ve çözümüdür. Terörle İslam’ı bağdaştıranlar kendi siyah gözlüklerinden kirli, puslu bir dünya görürler. En yakınlarımızın, hatta kendimizin aleyhine bile olsa adaletli davranmamızı buyuran Kur’an, bizi aydınlığa ve güzelliğe davet eder. Karanlık zihniyetin kafasındaki kâbus sistemi başarılı olamaz; o sistemler henüz planlama aşamasında mağlubane kurulur. Allah o sistemi her yerde ezer, o cezalandırılan bir sistemdir, başarıya ulaşma imkânı yoktur.

14 Nisan 2011 Perşembe

Kur'an'ı Yaşamımıza Sokma Zamanı Gelmedi mi?


Allah, Kendisini tanıttığı, sınırlarını bildirdiği Kur’an’ı gereği gibi okumamızı ister. Ancak insanların çoğu Allah’ın bu buyruğunu göz ardı eder.. Dünyanın ‘en çok satan kitabı’dır Kur’an, ancak en çok okunan kitabı değildir.




Çok sayıda insan Kur’an’dan habersiz yaşar. Oysa insanı dünyada mutlu ve huzurlu bir yaşama, ahirette de gerçek kurtuluşa kavuşturacak olan tüm bilgiler ve her sorunun yanıtı Kuran’dadır. Her insan, Rabb’inin Kur’an’la haber verdiği gerçekleri düşünmeli, dünyaya ve ahirete bakış açısındaki yanlışları düzeltmeli ve sonsuz ahirete yönelik ciddi/samimi çaba içinde olmalıdır.




Yaşadığı kayıtsızlığa karşılık kişi, vicdanındaki duyarlılığı kaybedebilir, kalbi katılaşabilir. Allah bu konuya inananların dikkatini çeker ve " İman edenlerin, Allah’’ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalplerinin ’’saygı ve korku ile yumuşaması’’ zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasık olanlardı." (Hadid Suresi, 16) ayetiyle önemini hatırlatır.




Ne amaçla dünyada bulunduğu insan için en önemli sorudur. Yüce Allah bu sorunun yanıtını Kur’an’da açıklar. Yaratılmış her şey gibi, insanın da yaratılış amacı vardır; yalnızca Allah’a kul olmak. Yapması gereken de, O’nun uyarıcı olarak görevlendirdiği elçilerin ve kitaplarının bildirdiği gerçekler üzerinde derin düşünmektir:




(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur’’an’’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye. (Nahl Suresi, 44)




Çoğu insan Allah’a inandığını söyler. Kur’an’ı hiç bilmeyen kişilerin yanıtı da genelde aynıdır. Oysa Allah’ın Kendisini tanıttığı Kur’an’’dan yüz çeviren kişi, Allah’’ı nasıl tanıyıp, gücünü kavrayabilecektir? Bir yaprak bile yaratamayan insan için Rabb’ini tanımak, gücünü takdir edip, O’na teslim olmak en doğru olandır.




O halde Kur’’an’’ı, bulunduğu raflardan indirip, tozlu kılıfından çıkaralım ve yaşamımıza sokalım.Kuran, düşünen insanlar içindir. Okuduğu her kitapla kibirlenen kişilerin aksine, Kuran okuyan insan, Allah’ın eşsiz kudreti karşısında kendi aczini anlar, boyun büker ve O’na kul olur, teslim olur!

7 Nisan 2011 Perşembe

Şeytanın Oyunu Ertelemek



İnsan nefsinde, tembellik, üşenme, acil görmeme gibi pek çok nedenden dolayı erteleme eğilimi vardır. Gündelik yaşamda pek çok insan bazı işlerini son ana kadar ertelemeye çalışır. Bunlar genellikle zararı göze alınabilecek türden ertelemelerdir. Ancak şeytanın telkini olan “Kur’an ahlakını yaşamak” konusundaki erteleme, geri dönüşü mümkün olmayan bir gaflet durumudur.




Bu, şeytanın insanlara verdiği en sinsi telkinlerden biridir. İnsan, sonsuz yaşamını etkileyecek olan bu konuda, ileride telafi edeceği zamanı olabileceğini düşünür. Bir saat, bir hafta, bir ay, gelecek sene ya da yaşlandığında dinin gereklerini yapabileceğinden kendince emindir; o nedenle dini yaşamayı, ibadetlerini rahatlıkla erteler.




İnsan şeytanın telkiniyle "bunu sonra yaparım" derken, yarını yaşayacağından nasıl emin olabilir? Yarın kendisini nelerin beklediğinden haberi yoktur; dahası yarını görebileceğinin dahi garantisi yoktur! Tümü, Allah dilerse gerçekleşecektir.




“Hiçbir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme. Ancak: "Allah dilerse" (inşaAllah yapacağım de)...” (Kehf Suresi, 23-24) Peygamberimiz (sav) bu konudaki bir hadisinde; “Tevbeyi geciktirmek aldanıştır, yapılacakları ertelemek ise şaşkınlıktır. (Günah işlemek amacıyla) Allah’a karşı bahane aramak, helak olmaya sebep olur. Günah işlemekte ısrar etmek, kendini Allah’ın tuzağından güvende bilmenin sonucudur.” buyurur. “Oysa Allah’ın tuzağından güvende mi idiler? Allah’ın bir tuzak kurmasından, hüsrana uğrayan bir topluluktan başkası (akılsızca) güvende olmaz.” (Araf Suresi, 99)




İnsan, yaşamının her anını unutulmaması gereken şu gerçeğe göre değerlendirmelidir: Herkes kendi ellerinin önden gönderdikleri ile karşılık görecektir. İnsan, “Gerçekten sizin çabalarınız (çelişkili, parça parça) darmadağınıktır.(Leyl Suresi, 4) ayetinde kastedilen boş emeller peşinde koşmakla değil, sonsuz ahiretini kazanmak için çaba göstermekle sorumludur. Rabb’inin dilemesiyle rahmetini ve cennetini kazanabilecek iken, üşengeçlik, tembellik ve ertelemeler nedeniyle hem dünyada hem de sonsuz ahirette yaşanacak mutluluğu kaybedebileceğini unutmamalıdır. İnsan, iyilik ve hayır getirecek işi ertelememelidir. Hayra vesile olacak her iş, insanı olgunlaştırır, imanda derinleştirir. “…Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez… (Münafikun Suresi, 11)




İnsan, Rabb’inin kaderinde belirlediği süre kadar yaşayacaktır; bu süreyi uzatması ya da yavaşlatması imkan dışıdır. Zaman, geçirmek değil kazanmak içindir. Her saniye çok değerlidir; çünkü tekrarı yoktur. Her yeni gün, yaşanacak yeni bir yirmi dört saat değil, Allah’ın hoşnutluğunun kazanılabilmesi için yeni bir fırsattır. “Sonra yaparım” sözü, inanan insana yakışmaz. Ertelemeden, zamanında yapılan bir ibadet ve geciktirmeden kazanılan güzel bir ahlak özelliği çok önemli bir kazançtır. Şeytanın önemli bir taktiği olan erteleme, onun en sinsi oyunlarından biridir. Ve insanları sonu azapta bitecek olan yoluna sürüklemek isteyen apaçık düşmanın bu oyununa karşı çok dikkatli olunmalıdır.




Ertelemek ancak inkârda bir artıştır... (Tevbe Suresi, 37)

5 Nisan 2011 Salı

Yalnız O'ndan Yardım Dileriz



Dua, Yüce Allah ile kulu arasındaki önemli bağlantıdır. Hatasını itiraf eden, derdini ve isteğini Allah’a açan, O’na yakaran kulunun isteğini Rabb’i işitir ve ona icabet eder; duasını karşılıksız bırakmaz.




Duanın belli bir kalıbı yoktur. "Allah’ı ayaktayken, otururken, yan yatarken zikredin." (Nisa Suresi, 103) ayeti gereği, insan her durumda ve her koşulda, her an Allah’ı anıp O’na dua edebilir. Önemli olan şekil değil kişinin samimiyeti, içtenliğidir.




Dua etmek için belirli bir mekâna da ihtiyaç yoktur. Sokakta, otobüste, markette, okulda, ofiste kısacası her yerde dua edilebilir. Dua sırasında boş düşüncelerden arınmak, içten Allah’a yönelerek O’nun yakınlığını hissetmek önemlidir. İnanan insan, "... Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez" (Yusuf Suresi, 87) ayeti gereği asla ümidini yitirmez ve Rabb’inin karşılık vereceğinden emin olarak sabırla O’na yalvarır.




Bediüzzaman, müminlerin dua ile gösterdikleri derin teslimiyeti ve Allah’a yönelmelerinin verdiği huzuru bir sözünde şöyle açıklar. "Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, O’nun Kudret Eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil, bir Kerim Zat var, ona bakar, ünsiyet eder. Hem onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını defedebilir bir Zatın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp "Elhamdülillahi Rabbi’l-alemin" der." (Mektubat, s. 291)




İnsan aceleci bir varlık olarak yaratılmıştır. Allah Kur’an’da, "insan aceleci yaratıldı. Size ayetlerimi yakında göstereceğim. Şimdi hemen acele etmeyin." (Enbiya Suresi, 37) ayetiyle insandaki bu özelliği haber verir. Aceleci özelliği insanın dualarına yansıdığında ise hemen duasının karşılık bulmasını ister. Oysa, "Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216) ayetiyle bildirildiği gibi, insan için hayırlı olanı bilen yalnızca Allah’tır. Bu nedenle insan Allah’tan istediği şey konusunda takdiri O’na bırakmalı ve her koşulda Allah’tan hoşnut olmalıdır. Talep edilen şey kişi için hayır olmayabilir, belki o nedenle Allah duaya kişinin istediği şekilde icabet etmiyordur. Ya da istediği şey hayır olduğu halde, kişi henüz ona ulaşmak için belirli olgunluğa sahip değildir. Belki Allah istenilenden daha hayırlı bir başka nimet verecektir. Alternatifler hangisi olursa olsun, tümünde insanın sabrı ve sadakati denenir. Duada sabır gösterilmesi “Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır.” (Bakara Suresi, 45) ayetiyle ifade edildiği gibi Allah’ın buyruğudur.




Dua etmeyi asla unutmayalım ve koşullar ne olursa olsun Allah’a güvenip dayanalım. Yüce Allah bize en yakın olandır; bizlerin de Kendisine yakın olmamızı ister. Yalnızca bir su damlasından bize hayat veren, “Ol!” emriyle kainatı yoktan var eden Allah için duamıza karşılık vermek çok kolaydır. Cenneti umuyorsak çokça umutvar olmalıyız; umut duamız olur. İmtihan mekânı olan dünyada, başımıza her türlü musibet gelebilir. İlacımız ise yalnız O’na sığınmak, yalnız O’ndan yardım dilemektir…

Ölmeden Ölmek



Peygamberimiz(sav) “ölmeden önce ölün” buyurur. Ne anlama gelir ölmeden ölmek?.. İnsanın kusursuz imtihan mekanı olan dünyanın çekici süslerine aldanmayıp, ölümü sürekli hatırında tutarak sonsuz ahiret yaşamı için hazırlanması, bu gerçeklere göre yaşaması ölmeden önce ölmektir. İnsanın ölümle birlikte gerçekleri gördüğünde, yapmadığı için pişmanlık duyacağı her şeyi yaşarken yapmasıdır. Yaptığı için ahirette pişmanlık duyacağı şeyleri de yaşarken yapmamasıdır; insanın dünyadan geçmesidir.




Bu anlamda bir imana sahip olmak için, Allah’ın Kendisini tanıttığı ve kullarına emir ve yasaklarını bildirdiği Kur’an’a tam olarak uymak gereklidir. Bu yüzden mümin, yaşamının sonuna kadar Allah’ın buyruklarını yerine getirme konusunda son derece dikkatlidir. Allah’ın beğendiği ahlaka sahip olma yolunda taviz vermeden kararlılıkla çaba gösterir. Allah’ın Kur’an’da, "İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibadet eder..." (Hac Suresi, 11) ayetiyle söz ettiği imanın gereklerini yaşamayan kimselerden olmamak için, hiçbir hükmü göz ardı etmeden ölene dek sabırla uygulamaya gayret eder. İmanı kalplerine tam olarak yerleştirememiş kimseler bir ucundan dine yönelirlerken, samimi iman sahipleri Kur’an’ı yaşamlarının her anında kendilerine vazgeçilmez bir rehber edinirler. İmanları belirli koşullara bağlı değildir; kayıtsız şartsız iman ederler.




Samimi iman sahibinin Allah’a olan sadakatinin altında yatan asıl sebep, onun ahirete “kesin bir bilgiyle" iman ediyor olmasıdır. O, Allah’ın, ahiretin, cennet ve cehennemin varlığına, aklı, kalbi ve vicdanıyla kesin olarak kanaat getirmiştir. Ahiretteki sonsuz mutluluğu umut eden müminlerin bu özellikleri Kur’an’da, "Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de kesin bir bilgiyle inanırlar." (Bakara Suresi, 4) ayetiyle vurgulanır.




Dünya hayatına aldanan kişiler, kolaylık zamanlarında, kendilerince “her şey yolunda” iken dine sadıktırlar ve yeterince içten olmasa da güzel ahlak gösterebilirler. Ancak herhangi bir zorlukla karşılaştıklarında, “rahatları bozulduğunda” kolaylıkla dinden ödün verebilir ve sadakatten ayrılabilirler.




Yalnızca Allah’a ve ahirete yönelmiş olan kul, yaşamını sonsuz gerçek dostunun rızasına uygun olarak şekillendirecek, nefsani ve dünyevi tutkuların ardına düşmeyecektir. Nefsinin kötülüklerinin şuurunda olan mümin, her an kendisini saptırmaya uğraşan şeytanın taktik ve yöntemlerine karşı hazırlıklıdır. Allah’tan uzak yaşayan kişi ise nefsinin heva ve heveslerinin kendisini sürüklediği yolu göremediği için kördür.




İnsanın üzerinde pis olan ve temizlenmesi gereken tek şey nefsinin fücurudur. Kişi cennete kavuşmak için onu arındıracak, yalnızca dünyevi tutkularından vazgeçecektir. Onu kenara koyduğunda kurtuluşa kavuşacak; eğer koyamıyorsa kibrini, ardından da ahirette sonsuz pişmanlığı yaşayacaktır.




İnsan, nefsinin bencil tutkularını gözeterek yararsız ve dünyevi amaçlara yönelmekle değil, yalnızca Yüce Allah’a sığınmakla huzuru yaşayabilir. Dünyadan geçebilmek ise muhteşem güzel bir şeydir. İnsan dünyevi olan her şeyden vazgeçer, tüm bağlılıklarından sıyrılıp Allah’a yönelirse kurtuluş bulur. Samimi mümin için arınıp Allah’a yönelmek çok önemlidir. İnsanın sürekli kendini gözden geçirmesi ve nelerden arınabildiğini düşünmesi gerekir. Allah’a kul olmak için yaratılmıştır insan ve O’nun zikrinden başka hiçbir şey ona huzur vermez. Her an teyakkuz halinde olduğunda arınıp temizlenmesi mümkün olacak ve kişi kendisini cennete hazırlayacaktır. Dünya hayatından vazgeçmiş, nefsini ezmiş, onun her türlü pisliğinden sıyrılmış ve arınmış olan samimi mümin, yaşarken ölmüştür...




Sen, yalnızca gayb ile Rablerinden ’içleri titreyerek-korkmakta’ olanları ve dosdoğru namazı kılanları uyarırsın. Kim temizlenip-arınırsa, artık o, kendi nefsi için temizlenip-arınmıştır. Sonunda dönüş Allah’adır. (Fatır Suresi, 18)




İnsan dünyada yaşarken sonsuzluğu kavrayabiliyorsa, ölümün ona uzak ya da yakın olmasının önemi yoktur. Çünkü o ölmeden önce ölümü tatmıştır.

3 Nisan 2011 Pazar

Karanlık Zihniyet Karanlık Dehlizlerde Yok Olur!



Kur’an Yüce Allah’ın insanlara yaşam rehberi olarak gönderdiği bir kitaptır ve insanlara güzel ahlakı tarif eder. Bu ahlakın temelinde, sevgi, şefkat, hoşgörü, adalet ve merhamet gibi kavramlar vardır. İslam kelimesi Arapça’da ‘barış’ anlamındadır. İslam dini, Rabb’imizin sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli etmesiyle oluşan huzur ve barış dolu yaşamı insanlara sunma amacındaki dindir.İnsanlar dinlerini yanlış anlıyor ve yanlış uyguluyor olabilirler. İnsanlara bakarak o din hakkında fikir edinmek sağlıklı olmaz. Din ancak kutsal kaynağı incelenerek tanınabilir.




İslam dininin kutsal kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Allah’ın buyruğu olan Kur’an ahlakı saygı, sevgi, şefkat, merhamet, özveri, hoşgörü ve barış kavramlarına dayanır. Bu ahlakı gerçek anlamda yaşayan bir mümin ince düşünceli, alçakgönüllü, adaletli, güvenilir ve uyumlu bir insan olur. Bulunduğu ortama sevgi, saygı, huzur verir.




Allah’ın Laneti Bozguncular İçindir




Yüce Allah, insanlara kötülük yapmaktan sakınmalarını buyurmuş; zulüm, zorbalık ve kan dökmekten men etmiştir. Allah’ın bu buyruğuna uymayanlar, Kur’an ayetlerinde ‘şeytanın adımlarını izleyenler’ ifadesiyle nitelendirilirler. Rabbimiz’in haram kıldığı bu davranışlar içindeki kişilere birçok Kur’an ayetinde dikkat çekilir:




"Allah’a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir." (Rad Suresi, 25)




"... Allah’ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık çıkarmayın." (Bakara Suresi, 60)




Bozgunculuk ve zulüm, "Şüphesiz Allah, bozgunculuk çıkaranların işini düzeltmez." (Yunus Suresi, 81) ayetiyle de bildirildiği üzere asla başarıya ulaşamayacak olan hareketlerdir. Allah bozgunculuğu yasaklamış, bozguncuları lanetlemiş, ve amaçlarına ulaşamayacakları konusunda uyarmıştır. Bu nedenle yeryüzünde zulüm yapan kişiler çok büyük bir yanılgı içindedirler.




Ancak günümüzde tüm dünyada terör, anarşi, soykırım ve katliamlar yaşanmakta, nedensiz olarak birbirlerine düşman olan gruplar ülkeleri kana bulamakta, masum insanlar hunharca öldürülmektedir. Tarih, kültür ve toplumsal yapı açısından farklı ülkelerdeki bu olayların, her ülkede kendine has bazı nedenleri ve kaynakları olabilir. Ancak asıl nedenin din ahlakının getirdiği sevgi, saygı ve hoşgörüden uzaklaşmak olduğu açıktır. Allah korkusunu içinde taşımayan ve Allah’ın huzurunda sorgulanacağından gaflette olan, bu nedenle de kimseye hesap vermeyeceğini düşünen bu kimseler her türlü ahlaksızlığı ve vicdansızlığı kolaylıkla yapabilirler.




Gerçek Kur’an ahlakını kavramış bir insan şiddet ve bozgunculuktan yana çıkmaz, asla bu tip eylemlerin içinde bulunmaz. Bu yüzden de anarşi ve terörün çözümü gerçek İslam ahlakının yaşanması ve toplumda hakim olmasıdır. İnsanlar Allah’ın tavsiye ettiği güzel ve üstün ahlakı öğrendiklerinde, çatışma ortamlarını ve savaşı kendilerine hedef edinen gruplardan yana çıkmayacak, onlara destek olmayacaklardır. Rabbimiz birçok ayette insanları bozgunculuktan meneder.




"O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. Ona: "Allah’tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." (Bakara Suresi, 205-206)




Allah’tan korkan bir insanın devletine, milletine, insanlığa en küçük zarar getirecek hiç bir harekete göz yummayacağı çok açıktır. Allah’tan ve Kur’an’dan yüz çevirmiş, vereceği hesaptan gaflette sorumsuz bir insan ise her türlü kötülüğü kolaylıkla yapabilir.




Terörle İslam’ı ilişkilendiren ve O’nun nurundan yararlanamayanlar kendi karanlık gözlüklerinden dumanlı, sisli, kirli, puslu bir dünya görürler. Cinayet işleyenin dahi affedilmesinin hayırlı olacağını söyleyen Kuran bize aydınlığı, estetiği ve güzelliği anlatır. Karamsar, karanlık zihniyetli insanın dini görüşleri ortaya adeta bir kâbus çıkarır ki o din değildir; kişinin kendi ruhundaki karanlıktır. Din pırıl pırıl aydınlıktır, ışıktır, ferahlıktır, huzurdur. İslam barış dinidir, İslam bir nurdur. Karanlık zihniyet başarılı olamaz, karanlık dehlizlerde yok olacaktır.




Bizlere düşen de, dinsizliği ve din adına ortaya atılan çarpık görüşleri eğitim yoluyla ve fikir mücadelesiyle ortadan kaldırmaya çalışmak, insanlara Allah sevgisi ve korkusunu, gerçek Kur’an ahlâkını öğretme çabası içinde olmaktır…