31 Ocak 2011 Pazartesi

Dünya Ahirete Hazırlık Kursudur


İnsan, Allah’ın benzersiz sanatıyla yarattığı evrendeki sayısız gerçeğe ve O’nun sonsuz gücü karşısındaki acizliklerine rağmen neden böylesine duyarsızdır?
Allah’ın bunca varlık deliline rağmen, nasıl gözlerini gerçeklere kapatabilmektedir?
’O beklenen gün’ Rabb’i huzurunda tek başına sorgulanacağını nasıl düşünmemektedir?
Yine o gün, sonsuz azabın kendisini beklediğini anladığı an yaşayacağı geri dönüşü olmayan pişmanlıktan, nasıl bu denli gaflette olabilmektedir?
Kuşkusuz bu, insanın gerçekleri anlayamamasından değil, anlamazlıktan gelmesinden doğar. Vicdanı doğruyu fısıldadığı halde, bu kişi kendini kandırır; dünyaya olan bağlılığı ve hırsı yüzünden görüşü fludur. Bu ruh halini yaşayan insanların birçoğu, gizli ya da açık olarak ahireti inkar eder, gerçekleri net olarak göremez.
İnsan, yaşamı boyunca ahirete yönelik bir sınav yaşar ve bu konudaki çabasıyla imtihan olur. Yaşam aslında Allah’ın bizleri denemek ve eğitmek için yarattığı bir süre, dünya da bu amaçla hazırlanmış geçici bir mekândır. İnsana yüklenen sorumluluk, tüm bu gerçekleri düşünmek, Allah’ı tanımak, sonsuz gücünü kavramak, O’nun buyruklarına uymak ve yalnızca O’nun hoşnutluğunu amaçlamaktır.
Yüce Allah, insanın yaratılış ve dünyada bulunuş amacının bir denenme olduğunu, “Şüphesiz Biz insanı karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık.”( İnsan Suresi,2 ) ayetiyle insana bildirirken, birçok insanın gerçeklerden yüz çevirmesi kuşkusuz büyük yanılgıdır.
Dünya, tüm detaylarıyla, denizleri, gölleri, okyanusları, çiçekleri, ağaçları, dağları ve canlıları ile birlikte insanın, bu kulluk vazifesini yerine getirip getirmediğinin denenmesi için özel olarak yaratılmıştır. Evren, evrendeki tüm sistemler, yıldızlar, gezegenler, gök cisimleri de insanın, Rabb’imizin büyüklüğünü ve sonsuz kudretini görmesi ve O’nun gücünü takdir edebilmesi için vardır. Bunların yanı sıra, dünya hayatı boyunca yaşadığı tüm olaylar, bulunduğu tüm mekanlar da kişinin dünyadaki imtihanının birer parçasıdır. İnsan yalnızca etrafındaki varlıkları, detaylarındaki incelikleri, kusursuz sistemlerini düşünerek bunların, sonsuz güce sahip bir Yaratıcı tarafından, kesinlikle bir amaçla yaratıldığını anlayabilir. Ve ardından kendisinin de bir varoluş amacı ve Yaratıcısına karşı sorumlulukları olduğunu hatırlayabilir. Çünkü insan, ona doğruyu ve gerçeği söyleyen vicdanı ile birlikte yaratılmıştır. Çevresindeki varlıkları ve olayları vicdanıyla değerlendiren insan bu gerçeklere ulaşabilir.
Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmeyen, Allah’ın rızasına uygun yaşam sürmekten kaçınan ya da sorumluluklarını tamamen reddeden kişilerin, sonsuz azapla karşılık göreceklerine Kur’an’da dikkat çekilir. Çünkü bu, Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük etmektir ve büyük bir hatadır. Bu imtihan hayatı süresince insan, karşılaştığı her şeye sabır göstermek, Rabb’ine tevekkül etmek ve güzel ahlak sergilemekle sorumludur.
Her imtihanda Allah’ı görmek, tümünden zevk almaya, yaşanan her olayı şevkle karşılamaya yol açar. Dünya hayatında elde edilmek istenen tüm yararlar geçicidir, yok olucudur. Diğer yanda ise asla yok olmayacak/tükenmeyecek güzelliklerin bulunduğu ve insanın sonsuza dek yaşayacağı gerçek bir hayat vardır. İşte inanan insanlar dünya hayatı boyunca bu sonsuz ahiret yaşamı için ciddi bir çaba sarf eder, tüm önceliklerini buna göre belirler ve asla ölümü, cennet ve cehennemi akıllarından çıkarmazlar. Onlar bunun için çalışırlar.
Bediüzzaman dünya hayatını, lezzet, ücret ve mükafat yeri değil bir imtihan meydanı ve hizmet yurdu olarak tanımlar ve şöyle söyler: "Madem hizmet yurdudur ve kulluk mahallidir; hastalıklar ve musibetler dini olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve kulluğa çok başarı ve kuvvet verir. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden şikayet etmek değil, şükretmek gerekir. Evet ibadet iki kısımdır: Birinci kısım olumlu diğeri ise olumsuz. Olumlu kısmı malumdur. Olumsuz kısmı ise, hastalık ve musibetlerde, musibetzede, za’fını ve aczini hissedip, Rahman olan Rabb’ine yönelip, O’nu düşünüp, O’na yalvarıp halis bir kulluk yapar. Bu kulluğa riya giremez, halistir. Eğer sabretse, musibetin mükafatını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hatta bir kısmı var ki bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer."
İnsan, ’hayatını yaşayarak, gününü gün ederek’ değil, Allah’a sadakat ve bağlılığını her olay karşısında göstererek kulluğunun bilincinde yaşamalıdır. İnsan dünyada türlü imtihanlarla karşılaşabilir. Açlık, korku, mal ve canlarla imtihan, Allah’ın Kur’an’la haber verdiği değişmez kanunudur. Yaşadığı zorluklar karşısında sergilediği sabır ve tevekkül, insanın Rabb’ine olan bağlılığının kanıtlarından biridir.
Yaşamlarını Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak doğrultusunda sürdüren insanlar, dünyayı nefislerinin istek ve tutkularını gerçekleştirebilecekleri bir yer olarak görmezler. Dünyevi kaygı ve hırs taşımaz, güçlü bir imana, peygamber ve salih müminlerin üstün ahlakına kavuşmayı ister, bunun için gönülden dua ederler. Ölümün yakınlığını, cennet ve cehennemi sık sık düşünürler…
Dünya, sonsuz ahirete hazırlık kursudur; dünyada oldukça ayrıntılı bir kurs görürüz. Başarıyla tamamlamak için ise sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız. Kehf Suresi 30. ayette “Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız.” buyurur Allah. O halde ecrimizin kayba uğramaması için “…en güzel davranışta” bulunmalıyız. Bütün davranışlarımızı, kursun rehber kitabı olan Kur’an’ın süzgecinden geçirmeli, cennet ehli olabilmek için ruhumuzu beslemeli, derinleştirmeli, zenginleştirmeli ve cennete uygun hale getirmeliyiz…

29 Ocak 2011 Cumartesi

O Dilediğini Yaratır ve Seçer




Yüce Allah her insan için bir kader belirlemiştir ve bu kaderi ne insanlar ne de olaylar değiştiremez. İnsanın ne zaman, nerede, hangi ülkede, hangi ailenin bir ferdi olarak doğacağını belirleyen ve yaşamı boyunca hangi olaylarla karşılaşacağını bilen ancak Allah’tır. İnsana sahip olduğu aklı, düşünceleri, görüşleri, bilgiyi ilham eden de yine Allah’tır. O halde insanın iman etmesi, kendinde olan herhangi bir özellikten kaynaklanmaz. İmanı veren yalnızca Rabbimiz’dir.


Allah Hadi’dir; hidayet verendir. Rab’dir; eğitip yetiştirendir. Cebbar’dır; dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olandır. Rafi’dir; yukarı kaldıran, yükseltendir. Hafıd’dır; yukarıdan aşağıya indiren, alçaltandır. Kaim’dir; idare edip ayakta tutandır. Mukallib’dir; kalpleri çevirendir. Saik’dir; cehenneme sürendir. Mutahhir’dir; şirkten, kötülükten temizleyendir. Müzekki’dir; her kusur ve ayıptan, manevi kirlerden kullarını temize çıkarandır. Müzil’dir; zillete düşüren, hor ve hakir edendir. Latif’tir; lütuf sahibi, lütfedici olandır. Rakıb’dır; bütün işleri kontrolü altında tutandır. Rahman-Rahim’dir; ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır, rahmet ve irade buyurandır.


Yüce Allah hayır, hikmet ve irade buyurarak dilediği kulunu doğruya yöneltir. Kuran’da bu gerçek bize Hz. Musa’nın, "Rabbimiz, herşeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir." (Taha Suresi, 50) sözleriyle haber verilir. İman edenler, Latif olan Allah’ın kendilerine lütufta bulunduğu insanlardır.


"Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer; seçim onlara ait değildir..." (Kasas Suresi, 68)


Hz. Yusuf kıssasında bu gerçeğe işaret edilir. Hz. Yusuf, Mısır’da iktidar sahibi olduktan sonra kardeşleriyle karşılaşır. Onu önce tanımayan kardeşleri bir süre sonra onun kim olduğunu anlarlar. "(Yusuf) Dedi ki: "Sizler, cahiller iken Yusuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?" "Sen gerçekten Yusuf musun, sensin öyle mi?" dediler. "Ben Yusuf’um" dedi. "Ve bu da kardeşimdir. Doğrusu Allah bize lütufda bulundu. Gerçek şu ki, kim sakınır ve sabrederse, şüphesiz Allah, iyilikte bulunanların karşılığını boşa çıkarmaz." Dediler ki: "Allah adına, hayret, Allah seni gerçekten bize karşı tercih edip-seçmiştir ve biz de gerçekten hataya düşenler idik." (Yusuf Suresi, 89-90-91)


Ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Hz. Yusuf’un kardeşleri, pişman olduklarını ve hata ettiklerini belirttikten sonra, Allah’ın Hz. Yusuf’u seçtiğini kabul ederler. Burada önemli bir gerçek vurgulanır; seçmek, Hadi olan, dilediğini Kendi dosdoğru yoluna yönelten Yüce Rabb’imize aittir.


Bir insanın sahip olduğu bilginin kendisinden kaynaklandığını zannetmesi de yüzeysel bir bakış açısıdır. Bu şekilde düşünen kişi, ilmin ve bilginin gerçek sahibinin Allah olduğu unutmuş demektir. Sahip olunan her bilgi Allah’ın öğrettiği bilgidir ve dilediği anda tümünü geri alabilir. Bunu göz ardı eden insan, kendisinin ve tüm insanların Allah karşısındaki aczini kavrayamamış demektir. Oysa insanlar, “Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar.” (Bakara Suresi, 255)


Bir Kur’an ayetinde kendilerine tüm özelliklerini verenin Allah olduğunu unutan bu kişilerden şöyle söz edilir:


İnsana bir zarar dokunduğu zaman, Bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: "Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi." Hayır; bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 49)


Bu yüzeysel düşünen karaktere dikkat çekici bir örnek de Kuran’da kıssası haber verilen Karun adlı kişidir. Karun, “Gerçek şu ki, Karun, Musa’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu…” (Kasas Suresi, 76) ayetiyle bildirildiği gibi, Allah’ın büyük bir hazineye sahip kıldığı, ancak şükretmek yerine bundan dolayı ‘azgınlaşan’ biridir. Elindekileri ‘hak ettiği’ni düşünen, Allah’ın gücünü takdir etmeyen Karun’un azgınlığının sonu ise yıkım olmuştur.


Dedi ki: "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. (Kasas Suresi, 78)


Cennet de cehennem de Allah’ın adaleti gereği vardır. İnsanlar, cehenneme orayı hak ederek girerler. Çünkü kendilerine can veren, sayısız güzellikle nimetlendiren Allah’a isyan edenler o en büyük azaba ‘müstahak’ olurlar.


Sonsuz şölen yurdu olan cennete ise, ancak Allah’ın lütfu ve bağışlaması sayesinde girilir. Yüce Allah, cennetine sokacağı müminleri seçer, onlara lütufta bulunur, onları eğitir, günahlarını bağışlar ve hatalarını örter.


Mümin, bu seçilmişliğinin her an farkında olmalı, kendisine verilen bu en büyük nimet olan iman nedeniyle her zaman Allah’a şükretmelidir. Bu şereflendirilme onun tüm davranışlarına yansımalı, güzel ve üstün ahlak özellikleriyle diğer insanlara örnek olmalıdır.


Mümin yeryüzünde gaflette yaşayan insanlar arasında, ‘ziyanda’ olmayan pek az sayıdaki insandan biridir. Kur’an’da, ‘İman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler’ hariç diğer insanların ziyanda olduğu haber verilir. Bu özellikleri taşımayan kişiler sonsuz azaba doğru giden bir ‘ziyan’ içindeyken, Rabb’i mümini kurtarmış, üstün kılmıştır; kuşkusuz bu en büyük ‘kazanç’tır.


Dünyadaki milyarlarca insanın Allah’ın huzurunda dizildiğini düşünelim bir an. Ve Allah’ın bazılarını tek tek seçtiğini… Orada seçildiğimizi… Yaşanabilecek en büyük mutluluk bu olurdu. İnsan bundan daha önemli başka ne isteyebilir ki Rabb’inden…

Temizlik


Toplumda, Kur’an’daki temizlik anlayışına uygun yaşamayan insanların, kendilerince geliştirip uyguladıkları birçok mantık vardır:

Umursamazlık

Cahiliye toplumu bireylerinde ’birşey olmaz’ mantığına çok sık rastlanır. Bu çarpık mantığa göre kişi, doğruyu bildiği halde yanlış olanı seçer. Örneğin manavın, tatması için kendisine uzattığı meyveyi “birşey olmaz” der, yıkamadan ağzına atar ve yer. Oysa bedenimiz, Allah’ın lütfettiği en büyük nimetlerden biridir; bizler ona özen göstermekle sorumluyuz. Sağlığımızı etkileyen bu sorumluluğu ciddiye almayarak, umursamaz davranmak, Allah’ın beğenmeyeceği bir davranıştır. Bu yapıdaki kişiler, çevrelerine karşı da duyarlı davranmaz; pislik ve dağınıklıktan rahatsız olmaz, temizlemeyi düşünmek bir yana pisliklere aldırış dahi etmezler.

Üşenmek

Bir başka yanlış düşünce de ’üşenme’ mantığıdır. Kuran ahlâkında yeri olmayan üşengeç ahlaka sahip insan, doğru olanı bilir, vicdanen de kabul eder ancak uygulamada tembellik gösterir. Örneğin, yemeğe başlamadan önce ellerin yıkanması gerektiğini herkes bilir. Eğer bir kişi yemek yemeye ya da hazırlamaya ellerini yıkamadan başlıyorsa, bunun en önemli nedeni üşenmesidir. Neden böyle yaptığı sorulacak olsa, muhtemelen az önce ellerini yıkadığı cevabını verecektir. Acaba geçen o süre boyunca hiçbir şeye dokunmamış mıdır? Kuşkusuz buradaki Kur’anî bakış açısı, vicdanının insana ne söylediğidir.

Peygamberimiz (sav) de Müslümanların bu konuda özen göstermeleri gerektiğini bir hadisinde şöyle bildirir:

"Kim, evinin hayır ve bereketini Allah Teala Hazretlerinin artırmasını diliyorsa, yemeğe otururken ve yemekten kalkarken ellerini yıkasın."

O halde inanan her insan, Kur'an ahlâkına uygun olan davranış konusunda, vicdanının göstereceği doğru yolu üşenmeden ve kararlılıkla izlemelidir.

Asgari Temizlik Anlayışı(!)

Bu yanlış düşünceye göre kişi temizlik ölçülerini kendi koyar; ölçüler asgari seviyededir. Koyduğu ölçülere göre kendi temizliğini de yeterli görür. Örneğin, marketten aldığı meyveleri iyice yıkamadan, sadece suyun altından geçirip yer; hatta çevresindeki insanlara da bu şekilde ikram eder. Bu yanlış düşüncedeki kişi, kendi bedeninin temizlik ve bakımına, evinin, yiyeceklerinin ve kıyafetlerinin temizliğine ilişkin ölçüleri de aynı şekilde kolayına gelecek şekilde belirler. Oysa uygun olan, bu konuda titiz olmak; her detayın, Allah’a yakınlaşma vesile olabileceğini umut ederek davranmaktır.

Başkaları İçin Temizlik Yapmak

Bazı insanlar genellikle –yanlış bir tutum olarak- önemli gördükleri kişiler için bakımlı olmayı ve temiz görünmeyi tercih ederler. Hatta yalnızca bir davete veya toplantıya katılacakları zaman fiziksel bakımlarına özen gösterirler. Yalnız olduklarında aynı şekilde davranmazlar. Yani temizliği insanlar için yaparlar. Başkalarına gösteriş için temizlik mantığı, genelde ev temizliğinde yaşanır. Misafiri gelecek olan kimse, yalnızca misafirlerin göreceği mekanları temizlemeyi tercih eder. Birçok evde hemen hemen hiç kullanılmayan, yalnızca misafirlere özel ‘misafir odası’ bulunur. Bu oda genellikle misafir gelmeden önce temizlenir ve konuklara hazırlanır. Oysa Allah’ın rızasına uygun olan davranış, evin her tarafının her zaman ve her durumda temiz tutulmasıdır. Çünkü kişinin kendisi ve ailesi bu ortamda yaşar, yemek yer ve uyur.

İnanan insan, Kur’ân ahlakı gereği, başkaları için değil, Allah’ın beğendiği bir davranış olduğu ve kendisi de bu şekilde rahat ettiği için temizliği uygular. Yaptığı her temizlikte ibadet bilinciyle hareket eder. Çünkü "Allah temizlenenleri sever."

27 Ocak 2011 Perşembe

Gerçek Aşkın Kaynağı


İnsanların hemen hepsi yaşamları süresince gerçek sevgiyi yaşayabilmenin yollarını arar dururlar. Her defasında tam bulduklarını zannederken, o sevginin de diğerleri gibi aldatıcı, gelip geçici ve sahte olduğunu anlarlar. Dinden uzak yaşayan cahiliye toplumu bireyleri, sevgiyi de cahiliye yöntemleri içerisinde aramaları nedeniyledir ki, gerçek sevgiyi yaşayabilmenin sırrına ulaşamazlar.


İnanan insanlar için ise durum tamamen tersidir. Onlar gerçek ve samimi sevgiyi doruğunda yaşarlar, çünkü sevgilerinin temelinde yaratıcıları Allah'a duydukları derin sevgi ve teslimiyetleri vardır. Davranışlarını yalnızca sonsuz cennet umuduyla yapmaz; yaptıkları her şeyde Rabbimiz’i razı ederek O’nun eşsiz sevgisini kazanma hissiyatı içinde olurlar.


Çevremizde sık sık arkadaşlıkları, dostlukları, iş ortaklıkları veya evlilikleri biten insanların haberlerini duyarız. Çok kısa bir süre önce, birbirlerini sevdiklerini, birbirlerine değer verdiklerini söyleyen kişilerin, birbirlerine çok ağır sözler söyleyerek ve birbirlerine iftiralar atarak, düşmanca ayrıldıklarına tanık oluruz. İnsanların ilişki türü ne olursa olsun aralarındaki bağların kopması genellikle bu şekilde aşağılama, suçlama ve nefretle olur. Ve bu insanların büyük bir çoğunluğu, artık "sevgilerinin bittiğini" söylerler.Aslında bu insanların yaşadıkları sistem içerisinde 'sevgi' olarak adlandırdıkları şey, 'gerçek sevgi' değildir. Bu yalnızca sağlam bir dayanağı olmayan, karşılıklı çıkarlar doğrultusunda gelişen, manevi derinliği olmayan ve maddi değerlere dayanan bağlardır.


Bu bağlar öylesine zayıftır ki kaza sonucu sakat kalan ya da imkanlarını kaybedip yaşam şartları değişen, dolayısıyla artık karşısındaki kişinin beklentilerine yanıt veremeyen kişi, gördüğü ilgi ve sevgiyi kaybeder. Çok sevdiğini söyleyen kişi, bu konuma gelen insanla, değişik bahaneler ortaya koyarak tüm bağlarını koparır. Dinden uzak insanların yaşadığı sevginin, gerçek olmayan ‘sözde sevgi’ olduğu çok açıktır.


Yaşamlarını Kuran'a göre düzenlemeyen insanların, gerçek sevgiyi yaşamaları da olanaksızdır. Kaynağını kalplerindeki imandan alan gerçek sevgiyi yaşayan insanların yaşamlarında, söz ettiklerimizden çok daha zor olaylar, ağır şartlar dahi oluşsa sevgileri asla bitmez.


İşte inanan insanların sevgileri, Allah'a olan bu güçlü, samimi ve içten sevgilerinden kaynak bulmaktadır. Karşılarındaki tüm güzellikleri yaratanın, yalnızca Rabbimiz olduğunun bilincinde olarak sevgiyi yaşarlar. Sevdikleri kişi hata da yapsa, imanlarından kaynaklanan şefkat, merhamet, hoşgörü ve bağışlama ile yaklaşırlar.


Kısacası gerçek sevgi; temeli Allah sevgisi ve hoşnutluğu üzerine kurulmuş bir sevgidir; iman, takva ve Allah'a olan yakınlıkla artar. İman kalbine yerleşmiş bir insan, Allah'ı büyük bir coşku ve heyecanla sever. Allah aşkı ve hoşnutluğu, Allah'ın sevdiği bir insan olma umudu kişiye büyük şevk verir. Bu sevgi, insan ruhundaki coşkuyu, huzuru, mutmainlik duygusunu sürekli diri tutar.


Rabbimiz’in benzersiz sanatı ve eşsiz yaratma kudreti, Allah'a olan sevgiyi daha da arttırır. Allah'a duyduğu sevgi nedeniyle, mümin, Allah'ın yarattıklarına karşı da büyük bir sevgi duyar. Allah'ı çok sevdiği için, yine Allah'a sevgi duyan insanlara karşı coşkun bir sevgi duyar. Ve inanan insanın, karşısındaki kişi imanı yaşadığı sürece, yaşlılık, sakatlık ya da maddi kayıp gibi durumlarda da sevgisi asla olumsuz etkilenmez. Tam aksine duyduğu sevgi daha da derinlik kazanır.


Allah için yaşanan sevgide sadakat, merhamet ve bağışlama vardır. Allah için yaşanan sevgi süresiz ve sonsuzdur. Bu sevgi önce dünyada ve ardından sonsuz yaşamda devam etmeye kilitlenmiş bir sevgidir. Allah tüm güzel şeyleri yaratan tüm zevkin sahibidir ve hiçbirşey O’na duyulan sevgi ve imani coşku kadar kalpte mutmainlik oluşturamaz.Bu, Allah’ın iman edenlere bir lütfudur, Allah Katından bir nimettir. Bu, Allah’a inananlara has üstün bir güzellik, bir nimettir ve cennette de bu şekilde olacaktır.Yüce Allah sevginin, tutkunun, muhabbetin sırlarını bize Kuran’da açıklar. Rabbimiz, gerçek sevgiyi yaşamanın ancak imanla mümkün olduğunu “İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır.” (Meryem Suresi, 96) ayetiyle Kuran'da bizlere bildirmektedir.


Toplumdaki insanların büyük bir bölümü ise ruhlarındaki sevgiyi öldürmüş durumdadırlar. İnsanların öncelikle ruhlarındaki ölüyü diriltmeleri gerekmektedir; asıl önemli konu, Allah aşkının insanı sarmasıdır. Allah aşkını içinde hisseden insan dünyanın tüm güzelliklerine kavuşur. Kalbini Allah’a tam olarak teslim eden insan, artık Allah’ın yönetimindedir. Allah’ı aşkla seven insan yaşadığı aşkın derin güzelliğini ve mutluluğu sürekli içinde hisseder.


İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)

26 Ocak 2011 Çarşamba

Çoğunluk Doğru Yolda mı?

Toplumda, çoğunluğun yaşam şeklinin, uydukları ve uyguladıkları kuralların doğru olduğu gibi bir inanış hakimdir. Kurallarını toplumun koyduğu, adeta bir din gibi benimsenen bu yaşam şekli ‘çoğunluğa uyma’ mantığıdır. Bu ‘din’in mensuplarının, toplumun çoğunluğunu oluşturuyor olması, diğer insanları da yanlış yönlendirir. Oysa Kur’an “…Ancak insanların çoğunluğu inanmazlar. (Hud Suresi, 17) ayetiyle, çoğunluğun yanlış yolda olduğunu haber verir.


Yüce Allah insanlara, haksız çoğunluğun hevalarının koyduğu kurallara uymamalarını ve Kur’an ahlakını uygulamalarını buyurur. Ancak birçok insan, vicdanının sesine değil, onaylamıyor da olsa çoğunluğun yaşam tarzına ayak uydurmanın zorunlu olduğunu düşünür. Onlara göre, toplumun her bireyi bu kurallarla yaşamak zorundadır. Din dışı olan bu mantığa insanlar, adeta hak dinin gereğiymiş gibi uyarlar.
Kur’an ahlakını gerçek anlamda kavramamış olan kişilere göre; Allah'ın buyrukları dışında da insanların uyması gereken bazı kurallar vardır. İnsan sosyal bir birey olduğuna göre bu kurallara uymak zorundadır. Toplum bireylerinin hoşnutluğu önemlidir ve tek endişeleri, "insanlar ne der, ne düşünürler, benim hakkımda şöyle düşünmesinler, böyle konuşmasınlar" gibi düşüncelerdir.


Kur’an'da cahiliye olarak tanımlanan bu toplumun bireyleri, kariyer sahibi kişiler dahi olsalar, Allah'ın kudretini ve büyüklüğünü tanıyabilecek akıl ve vicdana sahip değildirler. İnsanların çoğunun bu cahil yapıda olması ve diğerlerinin de bu çoğunluğun davranışlarını kıstas almaları, tüm toplumun cehalet batağında yaşamasına neden olur. ‘‘Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle’ yalan söylerler.’’ (En’am Suresi, 116) ayetiyle bildirildiği gibi bu kişiler, zan ve tahminle hareket ederler ve insanları Allah’ın yolundan saptırarak kendi sapkın yollarına çekerler.
Farklı yollara sapan bu kimseler, kendileri gibi acz içindeki insanlara tabi olur, onların görüşlerini kesin doğru olarak kabullenirler. Vicdanlarını kullanmadıkları için, zamanla işitmeyen ve görmeyen kişiler haline gelirler. Ayetteki ifadesiyle bu kişiler, “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan dolayı dönmezler.” (Bakara Suresi, 18)
Kur'an ahlakını samimi olarak yaşamaya çalışanlar için ise gerçek kıstas, insanların kendi vicdanlarıdır. Vicdanı kabul etmediği halde, insanlar tarafından kınanmaktan korkarak, çoğunluğun mantığını kabullenmek büyük yanılgıdır. Vicdan, insanı doğruya yönlendiren sestir. Kişinin toplum tarafından kınanmaktan korkması ve vicdanının işaret ettiği doğrulardan kaçınması son derece akıl dışı bir davranıştır.

Samimi inanan insanlar her devirde, yalnızca Allah'a kulluk etmeleri, yalnızca O’nun hoşnutluğunu gözeterek yaşamaları ve O'nun buyruklarına uymaları nedeniyle yaşadıkları toplum tarafından kınanırlar. Cahiliye toplumlarının çarpık yaşam biçimini ve şeytanî sistemini reddetmeleri, Allah Katında makbul olan ahlakı benimsemeleri nedeniyle yadırganır, tepki görürler.


Kalben Allah'a yakın olmak isteyen insan, vicdanını tam kapasite kullanır; diğeri şeytanın ve sözcüsü olan nefsinin fücurunu gözetmektir. Vicdanının önüne "çoğunluk böyle yaptığına göre doğru olan budur" mantığıyla set çeken kişi, insanların hoşnutluğunu önemser. Toplumda kınanmaktan çekinmesi nedeniyle de Kur’an ahlakından uzak yaşar.


Kur'an, insanların büyük çoğunluğunun ‘alçaltılmış’ kılındığını, samimi iman sahiplerinin ise ‘üstün’ olduğu gerçeğini vurgular. Kur'an'ın ışığında/rehberliğinde yaşamayı seçen insan, çoğunluğun yaşadığı sıkıntı ve karanlıktan kurtulur; Allah'ın dilemesiyle aydınlığa ve güzelliklere ulaşır.


Allah'ın rızası dışında bir yaşam tarzını benimseyen çoğunluğa uyma mantığı insana kazanç değil, büyük zarar getirir. Din ahlakından uzak yaşayan kişiler, çıkar kavgalarının ve düşmanlıkların yaşandığı dejenere bir toplum oluştururlar. Yaşadıkları huzursuzluk ise, ahirette onları bekleyen azabın başlangıcıdır.

... İşte onlar, buna (Kur'an'a) inanırlar. Gruplardan biri onu inkar ederse, ateş ona vaadedilen yerdir. Öyleyse, bundan kuşkuda olma, çünkü o, Rabbinden olan bir haktır. Ancak insanların çoğunluğu inanmazlar. (Hud Suresi, 17)

25 Ocak 2011 Salı

Hatadan Duyulan Pişmanlık


İnsanın hatasını düzelttikten sonra sürekli olarak o hatanın ezikliğini ve suçluluk duygusunu yaşaması mı gerekir?.. Ya da o hatayı unutmalı mıdır?
İnanan insanların vicdanî duyarlılıkları çok yüksektir. Allah’tan saygıyla korkan müminler hata yaptıklarında büyük rahatsızlık duyarlar; en ufak bir hata onları huzursuz etmeye yeter. Yaşadıkları sıkıntı Allah’ın hoşnut olmayacağı bir davranış sergilemiş olma düşüncesinden kaynaklanır. Ancak yaşadıkları rahatsızlığın çözümünün Allah’a sığınmak olduğunun bilincindedirler. Dinden uzak cahiliye insanı gibi yaptıkları hatayı duygusal bir bakış açısıyla değerlendirmez, sıkıntı, karamsarlık ya da bunalım yaşamazlar. Hissettikleri yalnızca derin bir pişmanlık duygusudur. Ancak bu duygu, ‘rahmani bir pişmanlık’ tır.Müminlerin yaşadıkları rahmanî bir pişmanlıksa bu durumda, cahiliye insanının yaşadığı ne tür bir pişmanlıktır?..
Toplum genellikle pişmanlığı, ’içine kapanmak, insanlardan uzaklaşmak, sürekli bir suçluluk duygusu yaşamak, acı çekmek ya da bunalıma girmek olarak değerlendirir. Bu ‘şeytani bir pişmanlık’ tır. Allah’tan uzak yaşayan kişiler hata yaptıklarında aynı hataya dönmemek için daha dikkatli olma ihtiyacı hissetmek ya da hatayı düzeltmek yerine, ömrünün sonuna kadar bu suçluluk duygusuyla yaşamayı seçerler. İşte bu şirke dayalı bir pişmanlık duygusudur.
Cahiliye insanları, Allah’ın yarattığı kadere kesin bilgiyle iman etmedikleri için, yaşamlarının sonuna kadar pişmanlık ve suçluluk duygusundan kurtulamazlar. “Eğer şöyle yapsaydım, böyle bir sonuç olmazdı” gibi sözler söyler, anlamsız senaryolar üretir, gereksiz sıkıntılara girerler.
İman etmeyenler, yaşadıkları her olayda üzüntü, stres, korku gibi duygulara kapılırlar. Hata yapmak, diğer insanların gözünde küçük düşecekleri korkusu nedeniyle onlar için büyük bir azaptır. Çünkü Allah’tan korkmayan ve O’nun emrettiği üstün ahlak özelliklerini yaşamayan kişiler, işledikleri suçla damgalanacakları için asla hata yapmamalıdırlar. Müminler gibi Allah’a teslimiyeti yaşayamaz, psikolojik açıdan çökerler.
Müminlerin yaşadığı pişmanlık duygusunda ise şirk yoktur. “Neden bunu yaptım?”, “Keşke yapmasaydım...” gibi çarpık mantığa dayalı düşüncelere kapılmazlar. Allah’tan razıdırlar ve O’nun her olayı kendileri için hayırla yarattığının bilincinde olarak boyun eğerler, Allah’ın, kaderlerini onlar için özel yarattığını bilir, huzur içinde, olayların ardındaki hayır ve hikmeti beklerler. Umutsuzluk, stres, üzüntü ve öfke yaşamazlar.
Allah’ın belirlediği kadere tabi olan mümin, yaşamının başına dönse aynı hataları yine yapacaktır. Allah pişman olması için onu yaratmıştır; hayır vardır. Hatasından vazgeçmesi ve davranışını düzeltmesi gerektiğini bilir. Yaptığı hatadan ibret alan mümin, bağışlanma diler, tevbe eder, acizliğini görüp Allah’ın kudretini gereği gibi takdir eder; Rabb’ine yönelir. Dolayısıyla hataları, müminin hem Allah’a olan yakınlığının hem de imanî derinliğinin artmasına vesile olur.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Yazarkafe Teknoloji Haberleri



Siz konuşun, telefonunuz çevirsin. Bilmediğiniz bir dilde söylemek istediklerinizi sizin yerinize telefonunuz söylese iyi olmaz mıydı? Detaylar yazarkafe teknoloji linkinde...

Konuşma Kişiliği Yansıtır

İnsanı tanıtan en önemli özelliklerden biri konuşma tarzıdır. Hayata bakışı, inancı, fikir, görüş ve düşünceleri, insanın sözleriyle anlaşılır. Kalpte hissedilenler, zihindeki gizli düşünceler, istekler, idealler, hedefler ve korkular konuşmalara yansır.
İnsanları birbirine tanıtan, dost kılan konulardan biri, sohbetleridir. Kur’an’ın haber verdiği konuşma ve ahlak özellikleri samimiyetle uygulandığında ise saygılı ve hikmetli her söz kalplerde çok güzel etki oluşturur. İnsan, Allah’a sığınarak, samimi olmaya niyet ederek duygularını konuşmalarına aktardığında, oluşan ortam da samimi olur.
İnsan yaratılışı gereği, karşısındakini rahatsız etmeyen, samimi, saygılı ve alçak gönüllü bir üslupla edilen sohbetten büyük zevk alır. Görüşler farklı da olsa saygılı bir üslupla konuşmak, olumlu etki uyandırır, gerçek dostluğa zemin oluşturur. Kişinin sürekli kendi doğrularını öne çıkararak, saygısız bir üslupla konuşarak bilmişlik yapması, rahatsızlık verici ortamlar oluşturur. Bu üslup, karşı tarafta son derece itici bir izlenim uyandırır. Baskın çıkacak şekilde, karşısındakinin sözünü keserek, hatta konuşma hakkı tanımayarak konuşmak, cehalet göstergesidir ve dinleyenler açısından eziyettir.
Uzmanlık gerektiren konular dışında, sohbete herkes katılmalı, görüşlerini açıklamalıdır. "Ben daha iyi biliyorum; o bilgisiz, konuşmasın" gibi düşünceler son derece yanlıştır. Diğerine oranla daha az şey biliyor da olsa bazı insanlar, Allah’ın lütfettiği hikmetle olayların herkesin bilemeyeceği karmaşık yönlerini fark edebilir. Konuyla ilgili detaylı bilgi sahibi olan kişi ise detaylarda boğulmuş ve konunun hikmetli yönlerini görememiş olabilir. Bu nedenle, her insanın fikrini açıklaması, yeni bakış açıları ortaya çıkarabilir.
Sohbet ortamlarında konuşanı dinlememek, aynı anda ve tartışır bir üslupla konuşmak, sıkça rastlanılan davranışlardır. Televizyonlardaki tartışma programlarında bunun örneklerini görmek mümkündür. Kendi dalında uzman kişiler dahi zaman zaman kaba ve saygıdan uzak bir üslupla konuşurlar. Birçoğu, yüksek sesle ve büyüklenerek kendi sözlerini kabul ettirmeye çalışır. Dahası birkaç cümleyle özetleyebileceği konuyu, birkaç saate yayarak dinleyenleri sıkar.
Birçok insan, bir konuda ne kadar derin bilgiye sahip olduğunu ortaya koyabilmek için, dinleyenlerin hiçbir işine yaramayacak pek çok gereksiz konuşma yapar. Kimi zaman da kısa birkaç cümleyle anlatabileceği bir konuyu, iki-üç saatlik bir konuşmanın içinde boğar. Bu gibi konuşmalar karşıdaki kişinin kalbinde istenen etkiyi uyandırmadığı gibi aynı zamanda insanı sıkar. Hiç kimse böyle insanları dinlemekten hoşlanmaz.
Peygamberimiz (sav) de bir hadislerinde, gereksiz konuşmayla ilgili şu şekilde buyurur:
"Allah’ın zikri dışında kelamı çok yapmayın. Zira, Allah’ın zikri dışında çok kelam, kalbe kasvet (katılık) verir. Şunu bilin ki, insanların Allah’a en uzak olanı kalbi katı olanlardır." (Tirmizi, Zühd 62, (2413). (5891)
Samimi inanan insanlar ise açık ve anlaşılır konuşurlar. Gereksiz konuşmazlar; üste çıkmak, son sözü söylemek gibi nefsani amaçlar gütmezler. Kur’an ahlakından kaynaklanan üslupları nezaketlidir; sakin bir ses tonuyla konuşur, karşılarındaki insana öncelik tanırlar. "… Her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." (Yusuf Suresi, 76) ayeti gereği mütevazı tavırlar sergilerler.
Dikkat edilmesi gereken konulardan biri de din ve kutsallar ile ilgili espriler ve alaycı sözlerdir. Bu şekilde konuşan kişinin sözü hemen kesilmeli, saygıya uygun olmayan esprinin yanlışlığı anlatılmalı ve kişi kesinlikle uyarılmalıdır. Dini konularda espri, fıkra ya da alaylı bir söz karşısında gülmek, aynı yanlışa ortak olmak anlamındadır. Kur’an bu konuda inananları birçok ayetle uyarır.
O, size Kitap’ta: "Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır. (Nisa Suresi, 140)
Dini konularda, ahiret, ölüm, cennet ve cehennem ile ilgili uygun olmayan espriler ve açıklamalar yapmak, fıkralar anlatmak bir çeşit dinsizlik propagandasıdır. Müminler böyle bir hataya ortak olmaktan titizlikle sakınırlar. Bu yönde saygısız üslup kullananları samimiyetle uyarmak, Kur’an ahlakına uygun olan davranıştır.
Sonuç Olarak;
Müminler karşılaştıkları insanların, dünya hayatında kendileri için yaratılan imtihanın bir parçası olduğunun bilincindedirler. Kur’an ahlakını gereği gibi yaşamaya, insanlara güzel sözle yaklaşmaya ve insanların sözlerine en güzel şekilde karşılık vermeye çalışırlar. Birbirine sevgi ile yaklaşan müminlerden birbirine muhabbet geçer; kalplerine ferahlık gelir.
Sohbet ortamlarında söylenen onore edici, şevklendirici, cesaret ve ümit verici bir söz, samimi ve dürüst bir konuşma çoğu zaman çevredeki maddi nimetlerden çok daha önem taşır. Allah, cennette, müminlerin huzur dolu ortamlarda karşılıklı sohbet ettiklerini bize haber verir. Allah’ın cennetine kabul ettiği salih kullarıyla sohbetin yanı sıra her türlü yalandan, boş ve olumsuz konuşmadan uzak olmak, müminler için çok büyük nimet ve çok büyük bağıştır.
İçinde, ne ’boş ve saçma bir söz’ işitirler, ne bir yalan. Rabbinden bir karşılık olmak üzere yeterli bir bağış(tır bu). (Nebe Suresi, 35-36)
Peygamberimizin (sav) hadislerinde müminlerin dünyadaki samimi sohbetlerinin ahirette de devam ettiği bildirilir. Cennette müminlerin kendi aralarında sohbet ederlerken dünya hayatında yaptıklarını anımsadıklarından bir hadiste şöyle bahsedilir:
"Ehli cennet, cennette karar kıldıklarında kardeşlerden bazıları bazılarını görmek isterler. Birinin sediri diğerinin sedirine, berinin de ötekinin sedirinin yanına gider. Onlar buluşunca her ikisi de yaslanır ve dünyada aralarında olan şeyleri karşılıklı konuşmaya başlarlar. Birisi şöyle der: "Ey kardeşim, hatırlar mısın biz dünyada falan mescitte iken Allah’a dua etmiştik, İşte Allah da bizi bağışladı." [Ramuz el-Ehadis-1, s. 29/12]

Medya Kaçıncı Kuvvet?

Bugün toplumda yaşanan dejenerasyonu yönlendiren güçler etkili propaganda araçlarına sahiptir. Bu propagandanın en önemli sloganları; çağdaşlık, modernlik, özgürlük ve cesarettir. Kuşkusuz söz edilen modernlik ve çağdaşlık, çağın gelişmelerini izlemek ve yeniliklere açık olmak anlamında değildir. Batıda yaşanan ahlaksızlık ve sapkınlığı topluma olağan gibi göstermektir. İnsanların kınadıkları ve karşı oldukları davranışların bugün artık olağan karşılanıyor olması, söz ettiğimiz propagandanın din ahlakından uzak toplumlar üzerinde ne denli etkili olduğunu gösterir.

İnsanlar yoğun telkinlerle, yaşanan ahlaksızlığın çağdaşlığın bir gereği olduğu yanılgısına düşerler. Bu dejenere yapı, tüm dünyada bilinçli bir şekilde ayakta tutulmaya çalışılır. Yazılı ve görsel medya, toplumda yaşanan ahlaksızlıkları modernlik ve çağdaşlık başlığı altında insanlara iletir. Ahlak dışı yaşayan ünlüler özellikle gündemde tutulur.


Televizyon programlarında ve magazin dergilerinde, her tür ahlaksızlık sergilenir, yolsuzluk yapanlar, eşcinseller, ahlak değerlerden uzak kişiler özenilecek kimselermiş gibi tanıtılır ve karanlık yaşamları çekici gösterilmeye çalışılır. Bu kimselerin ahlaksızlıkları cesaret ve modernlik olarak adlandırılır; verilmek istenen mesajlar insanların bilinçaltına ustaca yerleştirilir.


Yasa dışı yaşam şeklini öven, gerilimi hatta silahlı çatışmaları makul gibi gösteren dizi ve filmler de aynı şekilde olumsuz etki oluşturur. Reklam, sinema, edebiyat, mizah gibi kültürel araçlarda hep aynı mesajlar işlenir, toplumlar din ahlakının değerlerini göz ardı etmeye ve inançsızlığa özendirilir.


Ruh sağlığı için zararlı şov programlarında şiddet ve kavga görüntülerinin dozajı gittikçe artmıştır. Psikologlar bu tür program ve yarışmaların, hem katılımcı hem de izleyicilerin ruh dengesini bozduğunu, onları suç işleme, intihar etme gibi fiillere eğilimli hale getirdiğini ifade ediyorlar.


Marjinal müzik gruplarının gündemde tutulması, satanizm gibi sapkın inanışlara sahip kişilerin söyleşi programlarına çıkarılması, sapkın kişilerin sempatik gibi gösterilmeleri de dejenerasyonun çarpıcı örneklerindendir.


Bugün hızla yaygınlaşan ahlaki dejenerasyonun en önemli nedeni dinsizliğin oluşturduğu kendini başıboş ve sorumsuz zannetme görüşüdür. Materyalizmin ve dinsizliğin en büyük silahı olan evrim teorisinin bilimsel bir gerçekmiş gibi zorla benimsetilmeye çalışıldığı, bencil, maddiyatçı karakterlerin ön planda olduğu senaryolar yaygınlaşarak, milyonlarca insanın izlediği filmlere dönüştürülür. Bu filmlerin belli bir amaca yönelik olarak kullanıldığı çok açıktır.


Geçtiğimiz günlerde çekilmiş bir belgeselde insanlar, medyanın yönlendirici gücüne karşı şu sözlerle uyarılıyorlardı: “İnsanların çok fazla düşünmeleri istenmiyor. Bu yüzden tüm dünya gün geçtikçe eğlenceyle, medyayla, tv programlarıyla, uyuşturucuyla, alkolle ve aktivitelerin her çeşidiyle dolu hale geldi. Bunların tümü insanların zihnini meşgul tutmak için. Çok az insan gazete ve kitap okuyor; tek gerçeğiniz ekranda gördükleriniz. Şu an dışarıda, ekranlarda gördükleri dışında hiçbir şey bilmeyen koskoca bir nesil yaşıyor. Bu ekran, bu inançsız dünyadaki en muhteşem lanet olası güç. Ve bu inançsız dünyadaki en büyük şirket, en muhteşem propaganda gücünü kontrol ettiğinde, bu ekranda gerçek diye neler sunulacağını kim bilebilir?.. Sizler sabahtan akşama kadar her yaştan, her renkten, her dinden insan, başına oturuyorsunuz. Burada dönen illüzyonlara inanmaya başladınız. Ve televizyondakilerin gerçek, kendi hayatlarınızın ise hayali olduğuna inanmaya başladınız. Televizyon ne derse onu yapmaya başladınız. Onun gösterdiği gibi giyiniyor, onun gösterdiklerini yiyorsunuz. Çocuklarınızı onun dediği gibi yetiştiriyorsunuz; hatta onun istediği gibi düşünüyorsunuz. Allah aşkına, sizler gerçeksiniz! Hayali olan ekrandakiler…”


’Çağdaşlık’ adına batının dejenere yönlerini taklit ederek oluşan çürüme, bir meyvedeki çürüğün, sepetteki diğer meyvelere de bulaşması gibi zamanla herkese zarar verebilir. Her insan dünyada yaşanan ahlaki dejenerasyondan, çatışmaların, savaşların, acıların sürmesinden, insanların zulüm görmelerinden kendisini sorumlu hissetmelidir.


İnanan insanlar, en önemli görevlerinden olan iyiliği emredip kötülükten sakındırma ibadetini samimiyetle yerine getirmeli, çarpık görüş, sapkın felsefeler ve körü körüne Batı taklitçiliğiyle fikir mücadelesi içinde olmalıdırlar. Din dışı toplumdaki “çağdaş” kişileri değil, Allah’ın kutlu elçilerini ve onlarla birlikte Rabb’leri yolunda malını ve canını feda etmiş olan samimi inananları kendilerine örnek almalıdırlar. Bu samimi çaba, –Allah’ın dilemesiyle- Kur’an ahlakının yaygınlaşmasına ve insanlığın aydınlık günler yaşamasına vesile olacaktır.

23 Ocak 2011 Pazar

Doğa Yasalarını Yaratanı Bulmak


Yeryüzündeki tüm varlıklar muhteşem detaylara sahiptirler. Bir canlıyı incelediğimizde, sahip olduğu her detayda sayısız yaratılış mucizesi görürüz. Detaylardaki mucizeler, tüm canlılığın yapıtaşı olan atomlarda başlar, olağanüstü dengeler ve düzenlere sahip gökyüzü, galaksiler, Güneş, insan vücudu, bitkiler, dağlar ve denizlerdeki sayısız detay ve özelliklerle devam eder. Hepsinin sahip olduğu özelliklerde bir sanat vardır. Bu, Allah’ın muhteşem yaratma sanatıdır. Tüm canlılara dilediği şekli veren, tüm doğaya hakim olan, üstün güç sahibi Yaratıcı’nın sanatı…


Rabbimiz evrendeki her şeyi en küçük detayına dek üstün bir ilim, hassas bir ölçü ile yarattığını, "Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir." (Furkan Suresi, 2) ayetiyle bildirir ve ayetlerinin canlı örneklerine şahit olmamızı ister.


İnsanın yaratılışında da, Allah’ın bir örnek edinmeksizin yaratmasının çok sayıda mucizevi delili vardır. Örneğin, embriyonun gelişimi sırasında bütün hücreler adeta görev yerine dağılan işçiler gibi bölük bölük hareket ederler. Sonra aynı organı oluşturacak hücre grupları birbirine yapışarak birikir ve organları oluşturmak için hazırlanırlar. Bu yoğun faaliyetler sonucunda, kemik hücreleri kemiklerin olması gereken yerde, kas hücreleri kasların olması gereken yerde birikirler. Bazıları daha iç kısımlara giderek iç organları yapmaya başlarlar. Bazıları beyni, bazıları gözleri, bazıları ise damarları oluştururlar. Bu sürece zamanla yeni süreçler de eklenir; örneğin hücrelerin tesbit edilmiş yönlere doğru göç etmesi, programlanmış hücre ölümleri ile bazı organların inşa edilmesi vs… Kısacası bu başkalaşım sürecinde mükemmel bir strateji uygulanmakta, hücreler belirli bir plan doğrultusunda hareket etmektedirler.


Rabb’imiz insandaki bu muhteşem tasarımla benzersiz sanatını gösterir ve bu gerçekler üzerinde düşünmemizi buyurur:


Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O’na ibadet et ve O’na ibadette kararlı ol. Hiç O’nun adaşı olan birini biliyor musun? İnsan demektedir ki: "Ben öldükten sonra mı, gerçekten diri olarak çıkarılacağım?" İnsan önceden, hiçbir şey değilken, gerçekten bizim onu yaratmış bulunduğumuzu (hiç) düşünmüyor mu? (Meryem Suresi, 65-67)


Bir plana göre hareket eden, zamanı geldiğinde görev değişikliği yapan, nerede durması gerektiğini bilen, görev yerini terk etmeyen, ekip çalışması yapabilen, gereken maddeleri gereken zamanlarda üretebilen varlıkların tümü vücuttaki hücrelerdir. Gözle görülmeyen bu varlıkların davranışlarında çok açık bir akıl vardır. Bu şuursuz ve cansız atomlardan oluşan hücrelerin düşünüp karar verme gibi özellikleri olamaz. Bu üstün şuur ve akıl Yüce Allah’a aittir.


Rabbimiz, evrende yarattığı canlı- cansız her varlığa yerleştirdiği ayetlerinin önemini, Kuran’da şöyle haber verir:


Sizin için gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O’nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de. Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. Denizi de sizin emrinize veren O’dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O’nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir. Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da. Umulur ki doğru yolu bulursunuz. Ve işaretler de; onlar yıldız(lar)la da doğru yolu bulabilirler. Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 10-17)


Tüm evren, yeryüzündeki tüm canlılar sahip oldukları muhteşem sistemlerle bir mesaj verir, bu mucizevi sistemleri yaratan ve sürekli denetimi altında tutan Rabbimiz’in üstün aklını işaret ederler.


Hep anlatılır; Archimedes ”buldum, buldum!” diyerek neyin heyecanıyla kendini hamamdan sokağa atmıştı? Suyun kaldırma kuvveti olarak bilinen doğa yasasını bulmanın heyecanıyla! İnanan insan ise bu doğa yasasını Yaratanı bulmuştur. O halde daha büyük şevk ve heyecan taşımalı, çabası daha fazla olmalı, Rabb’inin nimetlerini durmaksızın anlatmalıdır…

22 Ocak 2011 Cumartesi

Merhamet Kapısı: Tevbe

İnsan her an bir hata yapabilir, günah işleyebilir. Hiç kimse kusursuzluk iddiasında bulunmamalı, kendini hata yapmaktan müstağni görmemelidir.

Kur'an, Allah'tan bağışlanma dilemenin çok doğal bir mümin özelliği olduğunu bildirir. Allah’tan bağışlanma dilemek, yani istiğfar etmek, insanın günahlarının örtülmesi için Rabb'imize yalvarması ve O’nun sonsuz merhametine sığınmasıdır. Müminleri inkarcılardan ayıran en önemli özellik bağışlanma dilemek ve tevbe etmektir. İnkarcılar kendilerinin hatasız ve günahsız olduklarını düşünürler. Müminler ise kendilerini hatadan müstağni görmek gibi bir iddiada bulunmazlar. Kuşkusuz mümin hata yapmak, günah işlemek istemez ancak kötülüğü emreden nefsine bir an yenilebilir ya da ibadetlerinde gevşeklik gösterebilir. Ancak ardından pişmanlıkla Rabbine yönelip bağışlanma dileyerek, Allah’ın sonsuz affediciliğine ve rahmetine sığınır.


Allah’tan bağışlanma dilemek için mutlaka bir hata yapmış olmak gerekmez. Mümin bağışlanma dileyerek kulluğunu, Rabb'i karşısındaki aczini, O’nun yardımı olmaksızın hiçbir şeye güç yetiremeyeceğini dile getirir. Bağışlanma dilememek ise acizliğinin, hata ve günahlarının şuurunda olmamaktır. Bu gaflet içindeki ruh hali zamanla kişinin kalbinin katılaşmasına, nefsinin bencil tutkularını ilahlaştırmasına, şeytanın enaniyetli karakter özelliklerini taşımasına ve sonsuz azabına sebep olabilir.


Dua etmek gibi, bağışlanma dilemenin de yeri ve zamanı yoktur. Bağışlanma dileme, bilerek ya da bilmeyerek yapılan tüm hatalar için Allah'ın affediciliğine sığınmaktır. Ayrıca bir mümin, diğer müminler için de bağışlanma dileyebilir.


Tevbe ise, belirli bir günah için yapılır ve tevbe eden insan, yaptığı hatayı düzeltmeye kesin karar verir, bir daha aynı hataya düşmemek için Rabb'imizden yardım diler. Ancak unutulmamalıdır ki, bağışlanma dileme de tevbe de samimi ve içten olmalıdır. Allah’ın "Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin..." (Araf Suresi, 55) buyruğu, bağışlanma dilerken de, tevbe ederken de insanın yaşaması gereken ruh halidir.


Bir Kur'an ayetinde, “Arş'ı yüklenmekte olanlar ve çevresinde bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih etmekte, O'na iman etmekte ve iman edenlere mağfiret dilemektedirler: "Rabbimiz, rahmet ve ilim bakımından her şeyi kuşatıp-sardın, tevbe edenler ve senin yoluna tabi olanlara mağfiret et ve onları cehennem azabından koru." (Mü'min Suresi,7) ifadesiyle,meleklerin, Allah’ın buyruğuna uygun olarak hem arşı taşıdıkları, hem Allah’ı tesbih ettikleri, ayrıca iman edenler için de bağışlanma diledikleri haber verilir. Meleklerin bağışlanma dilemesi ise insan için büyük bir lütuftur. Onlar göğü tutup, hamd edip, bağışlanma dilerken, insanın büyüklenerek yüz çevirmesi ise büyük gaflettir. İnsan, tatmin bulmuş olan bu varlıkların bağışlanma dilemesine de layık yaşamalıdır.


Peygamberimiz (sav) de, insanlara her zaman tevbe edebileceklerini bir hadisinde şöyle hatırlatır:"Tevbe kapısı açıktır, Güneş garpten doğuncaya kadar kapanmaz." (G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis)


Allah, insanlara karşı sonsuz merhametli ve bağışlayıcıdır. İnsan, doğru yola yönelmesi için Allah’ın bir rahmet olarak verdiği süreyi iyi kullanmaz, vakit varken tevbe edip bağışlanma dileyerek Rabb'ine yönelmezse sonuç kaçınılmaz bir azap olabilir. Kendisi için belirlenen sürenin ne zaman dolacağını bilemeyen insan, imanını güçlendirmek ve ahlakını güzelleştirmek için çaba göstermelidir. Henüz yaşıyorken, her insan için Allah'tan bağışlanma dileme ve tevbe yolu her an açıktır.


"Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür" (Ali İmran Suresi, 193)

İçimizdeki Gözlemci: Ruh

Işığın girmediği karanlık beynin içinde rengarenk bir dünya izleyen ve bundan zevk alan kim?

Yakınlarının seslerini duyan, bu sesleri duyduğunda tanıyan ve sevinen kim?

Kokunun asla girmediği beynin içinde bahçedeki güllerin kokusunu duyan, bundan hoşlanan
kim?

Bir köpek yavrusu gördüğünde ona sevgi duyan ve tüylerini okşadığı duygusunu alan kim?

Yalnızca et, yağ ve sinir hücrelerinden oluşan birkaç yüz gramlık bir organ, yaşamımızdaki üzüntü, sevinç, dostluk ve özverinin sebebi olabilir mi?

Tüm bunların sebebi bir et parçası olan beynimiz değilse, bu durumda algılayan kim?

Beynimizin içinde dış dünyayı algılayan biri mi var?

Bu, kuantum fizikçilerinin söz ettiği 'gözlemci' mi?

Peki bu gözlemci beynimizde mi; ya da nerede?

Fred Alan Wolf, bu soruyu şöyle cevaplar:

"... kimin ya da neyin gerçekten gözlemci olduğunu bilmiyoruz. Bu demek değil ki bir cevap bulmaya çalışmadık. İnceledik. Kafanızın içine girdik. Her yere baktık gözlemci denen bir şey bulmak için. Kimse yoktu. Beyinde kimse yoktu. Beynin kabuksal (kortikal) bölgelerinde kimse yoktu. Alt kabuksal bölgelerde ya da kenar bölgelerde de kimse yoktu. Gözlemci denecek kimse yoktu. Ama yine de dış dünyayı gözlemlerken bizler, gözlemci denen şeyin varlığının deneyimlerine sahibiz." [1]

Gözlemci Kim?

Dış dünyaya dair bilgimiz, sadece duyu organlarımızın bize ilettikleridir. Bu bilgiler bize ulaştığında bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyaline dönüştürülür ve bu sinyaller beynimizde yorumlanır.

Algıladığımız dünya, dış dünyanın aslı değildir. Bize ulaşan elektrik sinyallerinin ortadan kalktığını düşünelim, dış dünya bizim için yok olacaktır. Çünkü dış dünya ile ilgili her türlü bilgiyi, ancak duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz.

Beynimizde gerçekte ne ses, ne renk, ne de görüntü vardır. Beynimizde yalnızca elektrik sinyalleri vardır. İzlediğimizi zannettiğimiz manzaranın, rengarenk bir çiçeğin, güzel bir müziğin, lezzetli bir yemeğin yalnızca beynimize ulaşan elektrik sinyallerinden ibaret olması, kuşkusuz dış dünyanın yokluğu anlamına gelmez. Duyu organlarımızla beynimize iletilen elektrik sinyallerinin kesilmesi, dış dünyayı ortadan kaldırmaz. Bu durumda dış dünya, yalnızca bizim için yok olur.

Elektrik sinyallerini bizim için anlamlı hale getiren, gelen sinyallerin beynimizde yorumlanmasıdır. Gerçekte onu hisseden ve algılayan varlık başkadır. Beyin bir pastanın tadını, bir kelebeğin rengini ve bir gülün kokusunu hissedip ondan haz alamaz. Beyin yağ, su ve proteinlerden oluşan maddesel bir yapıdır ve insanın benliğini meydana getirmesi imkansızdır. İnsanı düşünen, sevinen, öfkelenen, heyecanlanan bir varlık haline getiremez.

Beyin algıların kaynağı değildir; sadece bir aracı işlevi görür. Bugün bilim adamları da artık fark ettiler ki, beynin içindeki 'gözlemci', beyinden bağımsızdır ve algıların kaynağı insan bilincidir. [2]
Sevinç, üzüntü, zevk alma gibi insanı insan yapan özellikler şüphesiz atomların davranışlarının bir sonucu olamaz. Dış dünyayı algılayabilen insana bu özellikleri veren şey, insanın beyninden bağımsızdır. İnsanın bir şey üzerinde düşünebilmesi, seçim yapabilmesi, inceleyebilmesi maddesel kavramlarla açıklanamaz. "Darwin'in buldog"u olarak bilinen evrimci Thomas Huxley dahi bu gerçeği fark etmiş ve şunları söylemiştir:

"Bilinç gibi hayranlık uyandırıcı bir şeyin, birbiriyle etkileşim halindeki sinir dokusunun bir sonucu olması, Alaaddin'in lambasını ovaladığında içinden cinin çıkması gibi açıklanamaz bir şeydir." [3]

Bilincin Kaynağı Nedir?

Biliyoruz ki duyu organlarımız aracılığıyla beynimizde algıladığımız dış dünyanın maddesel varlığına asla ulaşamayız. O halde bilincimizde bu hareketli dünyayı oluşturan nedir? Bilim adamları bugün hala bu sorunun cevabını aramaktadırlar. Bilincin kaynağı üzerine yazılmış yüzlerce kitap ve makale varsa da hiçbiri yeterli açıklamaya sahip değildir. Dahası bu konunun açıklanamadığını, bilim adamlarının kendileri de vurgularlar.

Bilinç , materyalist görüşün aksine açıklamasız değildir. Beynin içindeki görüntüyü gören, sesleri duyan bilinçli şuurlu varlık, Allah'ın vermiş olduğu ruhtur. "Görüyorum" diyen, beyninin içindeki sesleri "duyuyorum" diyen, kendi varlığının şuurunda olan bilinç sahibi varlık, Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur. Materyalist görüş, bu gerçeğin anlaşılmasından çekinir. Çünkü ruhun varlığı insanı Allah'a götürür ve onların iddialarını tamamen çökertir. Onlar ne kadar bilincin açıklanamayan bir gizem olduğunu söyleseler de ruh konusu apaçık bir gerçektir.

Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona Ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın." (Hicr Suresi, 28 - 29)

Madde bilimi ve mühendisliği profesörü William Tiller, bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Göze ihtiyaç duymadan görebilen, kulağa ihtiyaç duymadan duyabilen, beyne ihtiyaç duymadan düşünebilen, insanın "ruhudur." [4]

Fiziksel Dünyayı Algılayan Ancak Maddesel Olmayan Ruh

20. yüzyılın başlarında maddenin gerçeği konusunda yaşanan gelişmeler, Materyalizm'in iddialarının alt üst olma sürecini hızlandırdı. Çünkü madde bildiğimiz gibi sert, renkli ve kokuya sahip değildi; yalnızca enerjiydi. Yaşadığımız ev, ailemiz, diğer insanlar, tüm maddesel dünya enerji olarak vardı. Böylece madde üzerine kurulan tüm görüşler, bu bilimsel sonuçla sarsıldı. Ve bilim, insan bedeni içinde fiziksel dünyayı algılayan ancak maddesel olmayan bir gerçeği kanıtladı: Ruh.

Ruh, madde değil, metafizik bir şeydi. Ne Materyalizm ne Darwinizm bunu kabul edemezdi. Metafizik, onların kendilerince ilahı olan tesadüfleri ve bilinçsiz evrim sürecini yok ediyor, Allah'ın yaratmasını gözler önüne seriyordu.

İnsanı insan yapan, Allah'tan bir parça taşıyan ruhtur. Gördüğü manzaradan haz alan, dinlediği müziği beğenen, yediği tatlıyı lezzetli bulan insanın ruhudur. Akledebilen her insan, heyecan, neşe, mutluluk, endişe gibi duyguları hissedenin kendi ruhu olduğunun bilincindedir.

Allah'ın ruhundan taşıyan insan, başıboş değildir; dünyadaki varlığının bir amacı vardır. Dünyada imtihan olmakta, yaptığı her şeyden sorumlu tutulmaktadır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, dilediğini sürekli/an an yaratır ve insanın yaşadığı her şey, tabi olduğu imtihanın bir parçasıdır. İnsanın yaşamında, Darwinistlerin iddiası olan rastlantısal olaylar ve amaçsızlık yoktur. Dünya hayatındaki yaşamı Allah'ın sonsuz öncede belirlediği bir zamanda, ölüm ile sonlanacaktır. Geriye insanın yalnızca bedeni kalacaktır. Ruhu ise, ahiretteki gerçek barınma yurdunda sonsuza dek yaşayacaktır.

Kaynaklar:
[1] What the Bleep Do We Know?, Belgesel film, yönetmen: William Arntz, Betsy Chasse
[2] http://evrimteorisi.info
[3] Steven Pinker, How The Mind Works, Norton Publishing, 1999, s. 132
[4] What the Bleep Do We Know?, Belgesel film, yönetmen: William Arntz, Betsy Chasse

20 Ocak 2011 Perşembe

Ölmeden Önce Yapılması Gereken Şeyler[!]

Bu, ölmeden önce kesinlikle görülmesi gereken bir yer...

Bu, ölmeden önce kesinlikle izlenmesi gereken bir film...


Bu, ölmeden önce kesinlikle tadılması gereken bir lezzet...


Bu, ölmeden önce kesinlikle okunması gereken bir roman...


Bu tavsiyeleri hepimiz çevremizdeki insanlardan sık sık işitiriz. Ölmeden önce yapılması gereken 'şey'ler hakkında yazılmış kitaplar dahi var. Bu şeyler nedir merak ediyorsanız işte birkaçı:


Skuba dalış lisansı almak ve Havaii'deki Molokini Adasından dalış yapmak, tekne kullanmasını öğrenmek, sandalla göl ortasında balık avlamak, yamaç paraşütü yapmak, uçaktan paraşütle atlamak vb...


Şimdi bu şeylerin birçoğunu yapamamış biri olarak-ki söz konusu kitabın yazarı da henüz yarısını yapabilmiş- merak ediyorum: Öldüğümde, Allah huzuruna yapayalnız çıktığımda sorgulanacağım konular arasında yapmadığım bu şeyler, görmediğim yerler, izlemediğim filmler, tatmadığım lezzetler, okumadığım romanlar var mı?.. Bu yerleri görmediğim, bu filmleri izlemediğim, bu lezzetleri tatmadığım ve bu romanları okumadığım için öldükten sonra pişmanlık duyar mıyım?..


Kuşkusuz insanların eğlenmeleri, gezip dolaşmaları, sohbetinden hoşlandıkları kişilerle birlikte yemek yemeleri, kitap okumaları güzel nimetlerdir. İlk buyruğu "Oku!" olan Kur'an, samimi inananlara gökleri, yeri ve ikisi arasındaki her şeyi detaylarıyla araştırmalarını, bilimsel gerçekleri öğrenmelerini öğüt verir.


Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar, ) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir. (Kaf Suresi, 6-8)


Yukarıdaki ayetlerde ve daha birçok ayette Allah, iman eden kullarından, tanık oldukları yaratılış delillerini incelemelerini, olağanüstü yaratılış ilmini öğrenmelerini ve üzerinde düşünmelerini ister. Burada yanlış olan şudur; insanlar bunları genellikle gaflet içinde yaparlar. Allah’ın varlığını unutmuş ve ölümün her an gelebileceğini düşünmeden… Yanlış olan, Allah'ın adının anılmadığı ortamlar ve Allah rızası gözetilmeden yapılan şeylerdir. Yaratılış amacını unutmuş, Allah aşkını ve korkusunu içinde hissetmeyen, çok değerli olan zamanını ahiretine yarar sağlamayacak şekilde tüketen kişilerdir söz ettiğim.


Kuşkusuz inanan insanlar da dünya hayatının nimetlerinden yararlanırlar. Ancak gaflet perdesi ardında yaşayan kişiler gibi nimetleri yaşam amacı olarak görmezler. Allah'ın lütfettiği nimetlere şükreder, O'nun hoşnutluğu için hayırda kullanır.


Yaşamın her anı unutulmaması gereken şu gerçeğe göre değerlendirilmelidir: Herkes kendi ellerinin önden gönderdikleri ile karşılık görecektir. İnsan, boş emeller peşinde koşmakla değil, sonsuz ahiretini kazanmak için çaba göstermekle sorumludur. Ahiretten gaflette olan kişiler her ne kadar yapmaları gereken şeyleri belli sayılarla sınırlandırıyor olsalar da gerçekte onların çabaları , "çelişkili, parça parça" ve "darmadağınıktır." (Leyl Suresi, 4)


Allah’tan uzak, kendilerince doya doya yaşamaya çalışarak, kısacık süren dünya hayatına yönelen insanlar, olayları biraz akılcı değerlendirebilseler, dünya hayatının sonsuz hayat yanında ne kadar değersiz olduğunu Allah'ın izniyle fark edebilirler.


Peygamberimiz(sav) bu konuda “ölmeden önce ölün” buyurur. İşte aklın işaret ettiği akıl budur. İnsanın, kusursuz imtihan mekanı olan dünyanın çekici süslerine aldanmayıp, ölümü sürekli hatırında tutarak sonsuz ahiret yaşamı için hazırlanması, bu gerçeklere göre yaşaması, ölmeden önce ölmektir. İnsanın ölümle birlikte gerçekleri gördüğünde, yapmadığı için pişmanlık duyacağı her şeyi yaşarken yapmasıdır. Yaptığı için ahirette pişmanlık duyacağı şeyleri de yaşarken yapmamasıdır.


Adeta şuursuzca ömrünü tüketen insan ölümle her şeyin biteceğini zannetmiş, ahirette Allah'ın huzurunda sorgulanacağını unutmuştur. Sorgulanma anı, dünyayı tercih etmiş ve Allah'tan uzak yaşamış kişi için müthiş zorludur. Yapıp ettiklerini, yerine getirmediği sorumluluklarını, ertelediklerini ve Rabb’i karşısındaki aczini düşündüğünde korkusu daha da artar. Yaşamı boyunca öncelik vererek yapıp ettiklerinin, "fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir kül gibi"(İbrahim Suresi, 18) kılındığına şahit olduğunda yaşadığı pişmanlık daha da zorludur.


“... Davranış (ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?" "Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar." İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.” (Kehf Suresi, 103-105)

Ya Çok Geç Kalmışsanız?


Kur’an’da, "bir gün ya da bir günün birazı kadar" ifadesiyle çok uzun zannedilen ömrün ne kadar kısa olduğunu açıkça belirtilir. Bu, Allah’ın haber verdiği çok açık bir gerçek iken, kısacık dünya hayatını mı, sonsuz cenneti mi tercih ediyorsunuz? Dünya hayatında sahip olmak için çaba gösterdiğiniz ve zamanla eskimeyen, bozulmayan ya da çürüyüp yok olmayan bir şey var mı? Bu listeye ömrünüz boyunca bakım yaptığınız, görünümüyle övündüğünüz, herhangi bir özelliği nedeniyle gurur duyduğunuz kendi bedeniniz de dahildir…

Dünyada yapılanların hepsi bir gün yok olacak ve yalnız Allah rızası için yaptıklarınızla Rabb’in huzurunda hesap vereceksiniz. Ya hatanızı ‘o gün’ fark ederseniz?

Allah'ın sınırlarına uygun bir hayat yaşamaya karar verdiğinizde ya çok geç kalmışsanız?

Yeni ve güzel bir eve sahip olma arzusuyla gösterdiğiniz çabayı, cennet mülklerine ulaşmak için gösteriyor musunuz?..

Gaflet, tüm uyarılara rağmen, bunda ısrarcı olanları tarifi imkansız, sonsuz bir azaba doğru hızla sürükler. Gaflet içindeki kişiler, imtihan dünyası olduğunu göz ardı ederek sımsıkı sarıldıkları dünya hayatının ardından, sonsuz yaşamlarına azap ehli olarak devam ederler.

Oysa gerçekleri anlamak ve uygulamak her insanın en önemli sorumluluğudur. Gaflette ısrar etmesi durumunda ise kişi, dünyadaki tüm canlılardan daha akılsız bir duruma düşer. Şeytan insana her şeyi; Allah’ı, imanı, sevgiyi, merhameti, ölümü, ahireti ve kendisini unutturabilir. Bütün bunları unutan kişi, insan vasfı kazandıran bütün özelliklerini kaybeder. O zaman bitki bile ondan daha vasıflıdır.

İnsan şeytanın varlığını hiç unutmamalıdır. Şeytanı hatırladığında Allah’a ihtiyaç daha fazla olur. Çünkü şeytandan yalnızca O’na sığınılır.

“Varım” diyor musunuz? “Varım” diyorsanız, bu çok önemlidir… O zaman ruhu terbiye etmek gerekir. Bedeniniz sürekli bakım yaptığınız, temizlediğiniz, aciz, vaktinizi alan bir şeydir. Bedeninize gösterdiğiniz özenin ve bakımın daha da fazlasını ruhunuza yapmanız gerekir...
Şuur kapanıklığından kurtulup, ciddi bir çaba göstererek Allah'a yönelmediğinde, ateş ehli olmaktan kurtulamaz insan. Cehennemdeki şuursuzluk ve şaşkınlık ise daha da fazla olacaktır.

Kim bunda (dünyada) kör ise, o, ahirette de kördür ve yol bakımından daha 'şaşkın bir sapıktır. (İsra Suresi, 72)

Oysa gaflet ve ülfet perdelerinin altındaki insan, yaşamından bir ülfet perdesini daha kaldırdığında nasıl huzur bulur…

Şuurumuzu açmalıyız. O zaman önümüze bambaşka bir perde açılacaktır. Son perdenin arkasının güzel olması için ise burada biraz çaba harcamalıyız…

Tek Bir Telefonla Sağlık Hizmeti





Tek bir telefonla sağlık hizmeti.

Sağlık hizmetlerine ulaşamayan bir hasta varsa bulunduğu il kodu başına konularak 4443830 no’lu telefondan evde bakım koordinasyon merkezine ulaşabilir. Bu telefon arandığında, o ildeki evde sağlık birimi çıkıyor. Hakkari’de de Ağrı’da da Edirne’de de ulaşılabiliyor. Arama yapıldığında en yakın sağlık tesisi ya da aile hekimi hastaya gidiyor.Daha fazla detay yazarkafe sağlık linkinde...

19 Ocak 2011 Çarşamba

Atatürk'ün Öngörüsü: Türk- İslam Birliği

Dünyada acıların, katliamların ve çilelerin son bulması, Türk - İslam coğrafyasındaki kargaşa, karmaşa ve anarşinin ortadan kalkması, yoksulluğun son bulması, huzur ve güven içinde bir uygarlık için Türk İslam Birliği’nin kurulması çok önemlidir. Bu, M. Kemal Atatürk'ün de öngörüsüdür:


“Bütün İslam aleminin manen olduğu kadar maddeten de birlik içinde ve müttefik hale gelmesinden sadece sevinç duyarız.” [Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920, 4. (gizli) oturum]


Osmanlı İmparatorluğu döneminde, huzur ve güven içinde yaşayan halklar, aynı tarihi, aynı uygarlığı, aynı dini ve kültürü de yüzyıllarca birlikte yaşadılar. Bu toplumların, Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi bir birlik oluşturmaları, çok daha doğal ve acildir. Çünkü zaten bu toplumlar geçmişte birlik halindeydi. Dünya savaşları sonucunda zorunlu olarak ayrılarak, kendi ülkelerini kuran bu toplumların, dostluk ve kardeşlik temelleri üzerinde yükselen yeni bir birlik oluşturmaları hiç de zor değildir.


Bu ülkeler, kendi varlıklarını ve yönetim şekillerini devam ettirecekler ancak Türk – İslam Birliği çatısı altında dostluk ve işbirliğini artıracaklardır. Koşullar bu birliği ihtiyaç haline getirmiştir; birlikte olmaktan büyük bir güç doğacaktır. Dahası bu birlikte yer alan ülkeler -Avrupa Birliği ülkeleri gibi- kendileri de daha güçlü duruma geleceklerdir.


Bu birlik, çeşitli nedenlerle ayrı kalmış kardeşlerin adeta yeniden kavuşması gibidir. Kardeş toplumların, dostluklarını perçinleştirdikleri bir oluşum artık herkesin dileği haline gelmiştir. Yakın dönemlerde bu birlik arayışını bazı devlet başkanlarının da dile getirmiş olması, Türk-İslam Birliği'nin aciliyetinin göstergesidir.


Bugün insanlığın ihtiyacı huzur, barış, yardımlaşma ve adalettir. Söz ettiğimiz birlik, bu misyonu üstlenecektir. Düşmanlık yapmak, korku salmak ya da intikam almak için değil, dünyada barışı hakim kılmak için var olacaktır.


Bu birlik saygı, sevgi, hoşgörü, gönül ve ruh birliğidir. Temelinde sevgi, özveri, şefkat ve anlayış olacaktır. Ve yalnızca Müslümanları değil tüm dünyayı kucaklayacaktır.


İnanç, ibadet, düşünce ve ifade özgürlüğü sağlayacak olan bu birlik, herkesin canının, malının ve kutsallarının güvencesi olacaktır.


Geçmişte, birlik ruhunun sağladığı huzur, güven ve barış gibi değerler üzerinde inşa edilmiş olması nedeniyle İslam dünyası, çağın en modern uygarlığı olmuştu. Günümüzde de Türk-İslam dünyası gücünü tekrar elde etme ihtiyacındadır. Türk –İslam Birliği’nin kurulması için bugün de hiçbir engel yoktur; yalnızca istemek yeterli ve gereklidir.


Türkiye, deneyimleri, dış ilişkileri, aydınları ve tüm halkıyla, Türk-İslam dünyasının birliğine öncü olacaktır. Büyük bir kesimin görüşleri de bu yöndedir. Yalnızca bulunduğu coğrafyaya değil, tüm dünyaya aydınlık getirecek olan bu birliğin inşası için vicdanlı insanların birlikte hareket etmesi çok önemlidir. Atatürk'ün sözlerindeki gibi köhne aleme güneş olacak bu birlik için hepimiz şevk ve heyecan dolu bir çaba içinde olmalıyız.


"Ben herşeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk Birliği`nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk Birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk'ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek." [Atatürk'ün Sofrası, İsmet Bozdağ, Kervan Yayınları, 1975, s. 138-143]

Annelere Karşı Güzelliği İlke Edinmek


Kur’an'da kadına gösterilmesi gereken özenin yanı sıra, anneye karşı gösterilecek olan güzel ahlâkın önemine de dikkat çekilir.

İnsanın annesi, çocuğunun güzel bir ahlak kazanabilmesine yardımcı olacak ilk öğretmendir. Anne ve baba, evladının kendisine ve toplumdaki insanlara yararlı bir insan olabilmesi için büyük çaba harcarlar. Yıllar boyu bu amaçla maddi manevi pek çok özveride bulunurlar. İnsan da, anne babasının verdikleri emeği takdir etmeli ve bu özveriye sevgi, saygı ve hürmetle karşılık vermelidir. Kuran'da inanan insanların bu konudaki sorumlulukları "Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik..." (Ankebut Suresi, 8) ayetiyle bildirilir.

Bir başka Kur’an ayetinde ise Allah insanlara, anne babalarına, "De ki: "Gelin size Rabbiniz'in neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anne-babaya iyilik edin, …" (Enam Suresi, 151) ayetiyle bildirildiği gibi iyilik yapmalarını buyurur.

Yüce Allah insanlara, anne babaya karşı her zaman hoşgörülü, anlayışlı, şefkatli ve saygılı davranışlar sergilemelerini "Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Nisa Suresi, 36) ayetiyle öğütler.

Peygamberimiz’in (sav) de annelere nasıl davranılması gerektiği konusundaki bir hadisi şöyle rivayet edilir: Bir adam, Peygamberimiz’e (sav) gelip, şöyle der: “Ey Allah’ın Resulü! Kendisine iyilik yapmaya kim daha layıktır?”

Allah Resulu; “Annen, sonra annen, sonra baban, sonra yakınlık derecelerine göre diğer yakınların,” buyurur. (Ebu Hureyre (ra) Buhari)

Anne çocuğunu dünyaya getirebilmek ve büyütebilmek için büyük zorluklar göğüsler. Rabbimiz bunu hatırlatır ve annenin çocuğu üzerindeki emeğine dikkat çeker: "Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. "Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır." (Lokman Suresi, 14)

İnanan insanlar, anne ve babalarının maddi yönden de en ufak bir eksiklik hissetmemeleri ve sıkıntısız, rahat bir yaşam sürmeleri için tüm imkânlarını kullanırlar. "Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: "Hayır olarak infak edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışadır. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir." (Bakara Suresi, 215) buyruğu gereği, hayır olarak infak edecekleri mallarında anne ve babalarının da hakkı olduğunu bilir, Kur’an’a uygun davranırlar. İhtiyaç içerisinde olan anne babalarının ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılamaya, onların huzur ve güven içinde yaşamalarını sağlamaya çaba gösterirler.

Yüce Allah, özellikle çocukluk dönemine işaret ederek kişiye, anne babasının gösterdikleri sevgiyi, şefkati ve özveriyi unutmamasını tavsiye eder. Onlar yaşlandıkları ya da muhtaç duruma geldiklerinde de alçakgönüllü davranmalı ve güzel söz söylenmelidir.

"Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanadını ger ve de ki: "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge." (İsra Suresi, 23-24)

Annelerine sevgi ve saygı gösteren, davranışları ve konuşmaları ile çocuklarına örnek olan anne babalar da sevgi, saygı ve dayanışma içinde birbirine bağlı aileler oluşturacaktır.

Yazarkafe Teknoloji Haberleri



Hareketleri algılayabilen bilgisayarlar, 100 yıl sonraki bilgisayarlar. Tüm teknolojik gelişmeler yazarkafe teknoloji linkinde.

18 Ocak 2011 Salı

Allah’ın Dinini Yayma Mücadelesi: Cihad



Cihad sözcüğü c-h-d kökünden türemiş, “bütün gücünü kullanma” anlamına gelen ve tek kelime olarak “mücadele” anlamında kullanılan Arapça bir kelimedir.


Cihad, Allah’ın dinini yayma mücadelesidir, tebliğdir. İnananların cihadı kendi nefisleri ve yeryüzündeki kötülüklerledir. Nefsindeki ve çevresindeki kötülüklerle mücadele eden mümin, kendisinde ve diğer insanlarda sevgi, saygı, şefkat, merhamet, barış, güven, adalet gibi değerlerin hakim olmasına vesile olur.
Toplumda yalnızca kendi yiyeceği, içeceği, evi, arabası, malı mülküyle ilgilenen insanlar çoğunluktadır. Aile kurmak, ev sahibi olmak, para kazanmak bu kişilerin hemen hepsinin en önemli amaçlarıdır. Toplumun büyük bir kesiminde bir başıboşluk hakimdir. Dünyanın dört yanında yaşanan zulüm, acı, haksızlık, açlık, ölüm bu kimseleri hiç ilgilendirmez. Öldürülen masum insanların, çöpten yiyecek arayan çocukların görüntülerinden etkilenmezler. Yalnızca kendilerini düşünür, kendileri için yaşarlar. Kuşkusuz insanların zorluk yaşadıkları böyle bir ortamda bencilce davranmak büyük vicdansızlıktır.

Bu yüzden amaçsız yaşayan kişilere ya da batıl görüşlerin takipçilerine, yaratılış amaçlarının ve Kur’an ahlakının anlatılması gereklidir. Bu, Allah’ın farz kıldığı bir ibadettir:

Bunlar, tevbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû’ ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. Mü’minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)

Kur’an’ın yukarıdaki ayette müjdelediği müminlerin niteliklerinden olan iyiliği emredip kötülükten alıkoymak, üstün bir ahlak özelliğidir. Kur’an ahlakında, insanın gerçek iyiyi ve kötüyü yalnızca kendisinin bilmesi ve yaşaması yeterli değildir. Müminler, diğer insanları da din ahlakını yaşamaya davet etmekle sorumludurlar. Kur’an, “Yoksa siz; Allah, içinizden cihad edenleri (sınayıp) ayırt etmeden ve yine sabredenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran Suresi, 142) ifadesiyle cihad etmenin, din ahlakını anlatmanın, insanı cennete kavuşturacak önemli bir ibadet olduğunu haber verir.

İslam’ın şartı 5 diyerek, yalnızca bu ibadetleri yerine getirip kendilerini yeterli gören çok sayıda insana rastlarız. Bu inanış nedeniyle birçok Müslüman din konusunda pasif bir yaşam sürer. Namazını kılan, evinde ailesiyle mutlu bir şekilde yaşayan, hacca da gitmişse cennet ehli olduğunu düşünen kesimde bu tarz bir Müslümanlık anlayışı yaygındır. Oysa Kur’an, kendilerini kurtuluşta zanneden bu kişilere, “Allah cihad edenleri (sınayıp) ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Ali İmran Suresi, 142) diye seslenir.

Yüce Allah, İslam’ı dünyaya hakim kılacağını vaad ederken bunun için mücadele etmemek, cehd etmemek büyük yanılgıdır. İnsanları yanlış olandan sakındırmak, doğruyu insanlara anlatmak, toplumdaki sapkın görüşlerle fikir mücadelesi yapmak, özellikle yaşadığımız dönemde her Müslüman’ın önemli sorumluluğudur. Bozgunculuk çıkaran, huzur ve düzeni bozan, barışı engelleyen, tüm dünyada şiddet, terör ve anarşiyi körükleyen fitnenin asıl beyninin yok edilmesi gereklidir.

Allah Kur’an’daki, “Halkı, ıslah eden kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildi. (Hud Suresi, 117) ifadesiyle, ıslah edici kimseler bulunmadığında ülkeleri helaka uğrattığını haber verir. Kur’an’a baktığımızda peygamber kıssalarında hep bu olayları görürüz. Bir başka ayetteki, “Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler… (Nur Suresi, 22) ifadesi de bu yönde bir uyarıdır. Allah “Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?” diye sorar. Ancak zulmedenler, “içinde bulundukları refahın” peşine düşmüşlerdir. (Hud Suresi, 116)

Kur’an birçok ayette cihadın öneminden söz eder:

Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız? (Bunlar) Allah Katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 19)

Andolsun, biz sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız). (Muhammed, 47)

Kur’an’ın ışığında görürüz ki, Allah, evde oturan ya da camiden eve evden camiye tekdüze yaşayan bir Müslüman modeli tarif etmez. Allah’ın rızası, rahmeti ve cennetini kazanmak için Kur’an’ın deyimiyle “mücahid” olmak gereklidir. Mücahid, Allah’ın dinini hakim kılmak için fikir mücadelesi içinde olduğu ve ciddi bir çaba gösterdiği için mücahiddir. Davasından asla ödün vermez. Çünkü kendi davasına saygısı olmayan insana, kimsenin saygısı olmaz.
Rabb’inin sınırlarını gözeten, merhametli, adil, özverili, tevekküllü, hoşgörülü olan, iyiliği emredip kötülükten sakındıran mümin, evinde oturarak ecrini artıramayacağını bilir. Allah tüm yapıp ettiklerinin ecrini verir, onu dünyada ve ahirette yüceltir, gerçeklerden yüz çevirenlere üstün kılar.

Mümin olmanın ölçüsü, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için derin bir istek duymak ve bu yolda özveriden kaçınmamaktır. Allah, en zor zamanda, en iyi hizmeti ve mücadeleyi yapan mücahid kullarına en fazla ecri nasip eder. Bu yolda çabası olan müminler bilirler ki “inanmış olarak salih bir amelde” bulunduklarında, ‘çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar’ bile haksızlığa uğramayacaklardır.

Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va’detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır. (Nisa Suresi, 95)